Festival Sonrası: RANDEVU İSTANBUL 2013’ten Kısa Kısa 13 Film…

haber

Yılın son film festivali olan Randevu İstanbul ya da afişlerdeki adıyla Rendez vous İstanbul bu sene de gerçekleşti. Güzel film programı seçimleriyle dikkat çeken festivalin en büyük eksisi ise organizasyondaydı maalesef. Hatta organizasyonsuzluğuydu demek daha doğru olur. Sinema ve ses sistemleri oturmayan bir avm salonu tercih edilen festivalde insanlar klimanın çalışmayışından dolayı pişme noktasına geldiler. Filmler hiçbir zaman saatinde başlamadı ve filmler başladıktan sonra sürekli birileri girip çıktılar. Online bilet alma bakımından da rezalet hazırlanan sistem, izleyicilere çile çektirdi. Tabii önceden kontrol edilmeyen film kopyalarından dolayı, gösterimi iptal olan gösterimler de insanları mağdur durumda bıraktı. Bu açıdan da açık ara en kötü oragnizasyonlu film festivali olduğunu söyleyebilirim. Bu işi senelerdir yapan Tursak’ın bu kadar acemice yaptığı hataları, düzeltmesi gerektiğini temenni etmekten başka çaremiz yok. Çünkü zaten az izleyici çeken bu festivalin, güçlü bir yer edinmesi bu tip nedenlerle daha da baltalanabilir görünüyor. Neyse bu seneki filmlere kısa kısa göz atalım da, en azından bir fikriniz olur.
A THOUSAND TIMES GOODNIGHT
A THOUSAND TIMES GOODNIGHT: Bu sene Montreal Film Festivali’nde Büyük Jüri ödülüyle dönen A Thousand Times Goodnight, Juliette Binoche ve Game of Thrones televizyon dizisi serisinden iyice ünlenen oyuncu Nicolaj Coster-Waldau başrollerini paylaştığı bir aile draması olarak tanımlanabilir. Juliette Binoche, dünyaca ünlü bir savaş fotoğrafçısını canlandırırken, sürekli ölüm kalım tehlikesi yüzünden ailesiyle yaşadığı sorunları ele alıyor. İş mi, aile mi sorularını seyircilerine soran film, bir fotoğrafçının içine sıkıştığı ikilemi yerinde anlatımıyla seyirciye aktarırken, bu senenin iyi filmlerinden olduğunu kanıtlarcasına kaliteli bir filmi sinema dünyasına sunuyor. Dünyaya karşı öfkesini fotoğraflarıyla duyurmaya çalışan başarılı bir kadının hikayesi, bu işle uğraşan insanların etik değerleriyle yaşadığı sıkıntıya da değinmeyi ihmal etmiyor.

ZULU: Bu seneki Cannes Film Festivali’nin kapanış filmi olarak adından söz ettiren film, Oscar’lı oyuncu Forest Whitaker ve Orlando Bloom’lu kadrosuyla dikkat çekiyor. Güney Afrika’nın Cape Town şehrinde uyuşturucu ve cinayet zincirini araştıran iki detektifin maceralarını anlatırken, karakterlerin kendine has kurulmuş yapılarıyla ayrıksı bir yer edinmeleri sayesinde, sıradan polisiye gerilimlerden sıyrılarak nefes kesici bir deneyime dönüşüyor. Bana katılmayanlar olacaktır elbet ama bence bu senenin Prisoners ile beraber en iyi polisiye filmi olduğunu söyleyebilirim. Kurduğu hikaye yapısıyla yer yer karmaşıklaşan Zulu, şiddet dozunun yüksekliği ve çıplaklığa uzak olmayışıyla cesur bir film olarak öne çıkıyor. Her mideye hitap etmeyen bazı sahneleriyle, Güney Afrika’nın karanlık atmosferinde kaybolmak isteyenler için birebir denilebilir.

THE WAIT: Jena Malone ve Chloe Sevigny’nin başrollerini paylaştığı film, Amerikan bağımsız sinemasının vasat filmlerinden biriydi. Sürekli kül bulutlarının havada uçuştuğu bir kasabada ölen annelerinin geri döneceğini bildiren bir telefonla hayatı iyice karmaşıklaşan iki kız kardeşin hikayesini anlatan film, bunalım düzeyi yüksek ve temposu düşük bir filmdi. Bu yüzden kimi seyirciler salonda uyuyakaldılar. Genel olarak oyunculuk performansları yerinde olsa da, konu bakımından kısır bir filmdi. Özellikle filmin sonundaki zorlama final sahnesiyle izlemeseniz bir şey kaybetmeyeceğiniz bir film olarak hafızalarda yerini aldı.
hotell
HOTELL: Danimarka – İsveç yapımı drama son birkaç sene içerisinde çıkışa geçmeye başlayan oyuncu Alicia Vikander’i kadrosunda bulundurarak dikkat çekiyor. Bebeği sağır doğan bir annenin doğum sonrası bunalımından çıkmak için bir destek grubuna dahil olmasıyla başlayan hikaye, bu grubun kendilerince plan yaparak farklı insanlara büründükleri otel gezilerine bizleri misafir ediyor.  Son dönemdeki en özgün senaryolardan birine sahip film, drama seviyesinin yüksekliği ve İskandinav sinemasının kendine has soğuk mizahıyla sentez yapıyor. Çok büyük festivallerde göremeyeceğiniz bu küçük film, bu festivalin en ilginç keşfi olarak dikkat çekiyor.

EXHIBITION: Locarno Film Festivali’nde bu sene görücüye çıkan Joanna Hogg filmi, özellikle insan ve mekan ilişkisine dair söylediği sözlerle dikkat çekti. Filmin tamamının neredeyse bir evde geçtiği düşünülünce, bu ilişkinin kaçınılmaz olduğu gerçeği gözlerden kaçmayan bir detay oluyor. Ancak film ne hikmetse bu algıyı yaratacağım diye bir mimarın konut projesinin uzun metraj hale gelmiş bir filmini andırıyor. Filmin temel sorunlarının olduğu aşikar. Uzun bir yapı tanıtım filmiyle karşılaşmak istiyorsanız bu film size göre denilebilir. Film potansiyelini bir nevi ev uğruna yok ediyor.

LE WEEK-END: Sene sonu geldiğinde yılın en iyi film listeleri çıkar. Bu film de o listelere giren filmlerden biri… New York, Sen Sebastian ve İngiliz Bağımsız ödüllerinde hatırı sayılır düzeyde oyuncu adaylıkları ve ödüller toplayanLe Week-End, deyim yerindeyse yaşlıların oynadığı bir Before Sunrise gibi. Kadın – erkek ilişkileri ve evliliğe dair söylediği sözlerle, Paris sokaklarında yaramazlık peşinde koşan iki genç ihtiyarın yıldönümlerindeki çıkmazlarına konuk oluyoruz. Yaptığı durum tespitleri ve göndermelerle bu senenin kaliteli filmlerinden biriyle karşılaşıyoruz. Jim Broadbent, Lindsay Duncan ve Jeff Goldblum’u kadrosunda bulunduran film 2013’ün izlenmesi gereken filmler kapsamında tavsiye edilir.everyones-going-to-die-jones-sxsw-movie-review-620x
EVERYONE’S GOING TO DIE: Bu yıl Raindance Film Festivali’nde dikkat çeken Jones’un bu ilk filmi, pek bilinmedik oyuncu kadrosuyla bu yılın sürprizlerinden biri denilebilir. Geçmişin kaçan bir kiralık katil ve hayata dair inancını gün be gün yitiren bir kızın tesadüfler eseri karşılaşarak dostluktan ulaşılamaz bir aşka dönüşen kısa hikayesine tanıklık ediyoruz. Muzip diyalogları ve samimi oyunculuklarıyla dikkat çeken film, kaybedenlerin başrollerde olduğu bağımsız filmlerden biri olarak özetlenebilir. Küçük ama sempatik filmleri seven izleyicilerin göz bebeği olacak bir film…

KILL YOUR DARLINGS: Bu senenin iddialı bağımsızlarından olan Kill Your Darlings, yıldızlarla dolu kadrosuyla dikkat çekiyor. Sundance’te bu yılın başında aradığını bulamayan filmin kadrosunda Daniel Radcliffe, Dane DeHaan, Michael C. Hall, Elizabeth Olsen, David Cross, Jack Huston, Ben Foster, Jennifer Jason Leigh gibi oyuncular bulunuyor. Amerikan Edebiyat tarihinde önemli bir yeri olan Beat kuşağının okul yıllarından yaratım sürecine odaklanan film; Allen Ginsberg, Jack Kerouac and William Burroughs gibi tarihi karakterlerin hikayelerine yoğunlaşıyor. Bir döneme damga vuran bu akımın doğuşuna tanıklık edilirken, skandallar zincirini de gözler önüne sermeyi kendine bir misyon ediniyor film. Filme genel olarak baktığımızda bu kuşağı en iyi yansıtan film olarak dikkati çekse de, yer yer senaryonun sıkışması sonucunda kendini tekrarlamaya başlıyor. Buna rağmen akıcı bir filmin kotarıldığını söylemekte fayda var. Özellikle Ben Foster sergilediği William Burroughs performansıyla adeta döktürüyor. Daniel Radcliffe ise yine gözlüğünü takarak bizlerin Harry Potter’ı hatırlamasına neden oluyor. İlla üzerine yapışan Harry Potter imajından kurtulmak adına Radcliffe’in gay sevişme sahnelerinde oynamasını oyuncunun hayranları bakımından tehlikeli bulduğumu söylemeden edemeyeceğim.

THE SACRAMENT: Korku filmlerinin yükselen yıldızı Ti West yeni filmiyle karşımızda. Bu sefer bir grup televizyon programcısının gözlerden ırak bir yere konumlanmış bir tarikatın içerisine giriş sürecini gözlemliyoruz. Film yer yer el kamerası çekimleriyle, sanki buluntu film çekiliyor mantığında ilerlerken, zaman zaman da normal film formatına dönüşlerde bulunuyor. Çoğunlukla ilk dediğimiz olayı gerçekleştirmeye çalışsa da, trash film havasında ilerliyor. Çünkü oyunculuklar, kullanılan çekim teknikleri gayet ucuz olduğundan, inandırıcılıktan uzak bir filmle karşılaşıyoruz. Gerilim dozunun artması gereken kısımlarda son derece teatral hareketlerin ortaya çıkışıyla filmden soğumamız bir oluyor. Mantık hataları ve verilen tepkilerin yapaylığından dolayı kötü bir film olarak izleyiciyi hem kandıramıyor, hem de vakit kaybı bir deneyim olduğunu hissettiriyor. Ti West’in açık ara en kötü filmi diye özetleyebiliriz.
theboy
THE BOY WHO SMELLS LIKE FISH: Doglas Smith ve Zoe Kravitz (evet, Lenny Kravitz’in kızı) gibi iki genç oyuncuyu kadrosunda bulunduran bu romantik komedi, yaratıcı hikayesiyle keyifli vakit geçirmenizi vaat ediyor. Doğumundan gençliğine kadar süreçte balık gibi kokarak doğan bir gencin yaşadığı trajik dünyayı seyircilere sunan film, çoğunlukla absürtlüğe varan espri anlayışıyla izlenmesi keyifli, hafif bir film. Bir nevi kendini iyi hisset filmi diyebileceğimiz The Boy Who Smells Like Fish, karmaşık filmlerden uzak durmak isteyenlere ve masum bir romantik filme hasret kalanlar için biçilmiş kaftan olarak görülebilir.

MARY QUEEN OF SCOTS: İngiliz Kraliyet ailesinin en karanlık köşelerinden biri olan Kraliçe Mary’nin defalarca uyarlanan film versiyonlarından biri daha bizlerle. Bu sefer Fransızlar tarafından çekilen film, Mary’nin bir kaleye hapsoluşuna kadar kapsayan dönemi anlatıyor. Gelmiş geçmiş en bahtsız kraliçelerden biri olarak bilinen Mary’nin halkla yaşadığı gerilimleri ve gönül ilişkilerine yoğunlaşan film, seyirciyi depresyona sokacak kadar bunalımlı atmosferiyle tipik bir Fransız dönem filmi… İki saatlik süresi boyunca seyircilerin sıkılmasına yol açabilecek derecede yavaş bir film. Filmin fragmanının filmden kat kat başarılı olduğunu söylesek yeridir. Bu tarihi karanlık dönemi anlatan daha iyi filmler bulabileceğinizi söyleyebilirim. Bu yüzden izlemezseniz bir şey kaybetmezsiniz.

NEBRASKA: Alexander Payne’nin bu sımsıcacık sempatik filminin incelemesini uzun uzadıya bakınız’da bulabilirsiniz. Tabii kısa kısa değinirsek; iyi oyunculuklar, basit bir hikaye ve kendine has mizahıyla bu yılın izlenmesi gereken filmlerinden biri…

GRAND PIANO: Elijah Wood ve John Cusack’ın başrollerini paylaştığı film, çoğunluğu bir konser salonunda geçen bir gerilim… Phone Booth filmini hatırlatan filmde, dahi müzisyen rolünde Elijah Wood ve neredeyse film boyunca sadece sesini duyduğumuz sniperı kontrol eden kötü adam rolünde ise John Cusack… Bir saniyesinde bile heyecanın düşmediği Grand Piano‘da, yanlış notaya basarsa öldürüleceğini söyleyen bir piyanistin senfoni boyunca hayatta kalma mücadelesini izliyoruz. Basit ama etkili bu gerilim, dar alandaki başarılı yönetimiyle takdiri hak ediyor.

Tagged