Cinci Hoca: Bir Osmanlı Rasputin’i

Manşet Tarihin Akışı

Topkapı Saray’ının dar ve labirenti andıran duvarlarının ardında yüzyıllara varan bir kurşuni sessizlik sürüyordu… Üç büyük avludaki güneşli, neşeli ve yeşil ortam, Harem’in kapılarından içeri Kubbealtı’na girildiği andan itibaren yerini dönen oyunlara bırakıyordu. Osmanlı saltanatı, artık yalnızca savaş meydanlarında değil; hasekiler, analar, hanım sultanlar, paranoyaya boğulmuş ve kardeşlerini boğduran padişahlar, birbirlerinin gözünün yaşına bakmayan rüşvetçi paşalar, cariyeler, büyücüler, sahtekar hocalar ve müneccimlerin pençesinde sınanıyordu. XVII. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı Sarayı, hem görkeminin zirvesinde hem çöküşünün eşiğindeydi. Ve bu çöküş, cahil bir Cinci Hoca ve yandaşlarının yaptıklarıyla hızlandı.

Kafes Sistemi, hanedanın kendi soyunu koruma arzusunun karanlık meyvesiydi. Şehzadeler artık sancaklara gönderilmez, padişah olma yaşına kadar sarayın loş bir odasında, dış dünyadan kopuk tutulurdu. Ne kılıç tutmayı öğrenirlerdi ne halkın nefesini duyarlardı. Kafes, fiziksel bir mekândan çok bir zihinsel çöküş mekanizmasıydı artık.

1640 yılı… Osmanlı Sarayı’nın devasa mermer sütunları arasına bir sessizlik çökmüştü. Sultan IV. Murad, henüz 27 yaşında ansızın vefat etmişti. Geriye ruhu paramparça bir kardeş bırakarak: Sultan İbrahim…

Osmanlı’nın sert kararları hiç düşünmeden alan ve uygulayan Murat’ın kardeşi İbrahim, tahta çıkana kadar her an öldürülebileceği korkusuyla yaşadı. Sarayın taş koridorlarında yankılanan her ayak sesi İbrahim’i ürkütüyordu. Her adım, her fısıltı, her gölge…

IV. Murad, yalnızca Osmanlı tahtının değil, İbrahim’in ruhunun da mutlak sahibiydi. Sert bakışları, emrederken titremeyen sesi, kadehleri parçalayan öfkesi… Çocuk yaşta sarayın kafes odalarına kapatılan İbrahim, yıllarca ağabeyinin gölgesinde yaşamış, göz ucuyla bile onun yüzüne bakmaya cesaret edememişti.

Ve şimdi… Murat’ın ölüm haberi gelmişti.

İbrahim’in kalbi bu haberi reddediyordu. Zihin kabullenmek istemediğini yeniden üretmeye başlamıştı.

“Hayır… Hayır, Murad ölmedi. Bu bir oyundur. O bir gün aniden çıkagelir ve beni boğdurur…”

Sultan İbrahim, ağabeyinin öldüğüne inanmıyordu. İnanmak istemiyordu. Sarayın görevlileri ağabeyinin naaşını kapısının önüne bıraktıklarında ve kudretli ağabeyinin ölü bedenini bizzat kendi gözleriyle gördüğünde ikna oldu.

İbrahim tahta çıktığında devletin başında değil, zincirlenmiş bir ruhun içinde doğmuş gibiydi. Ve bu zaaf, sarayın gerçek sahibinin, hem Murat’ın, hem İbrahim’in annesi Kösem Sultan’ın ekmeğine yağ sürdü.

Kösem Sultan, o dönem sadece bir valide sultan değil, devletin görünmeyen kudretiydi. Oğlunun aklındaki boşluğu kendi ihtirasıyla doldurmuş, sarayın her odasını birer satranç taşı gibi dizmişti. Her vezirin arkasında onun gölgesi vardı. Her görev değişikliğinin, her sürgünün, her idamın kokusu onun lavanta suyuna bulanmış ellerinden yayılıyordu.

Murat’ın sinirini ve kızgın hallerini yaptığı gibi bu sefer İbrahim’in zayıflığını bir silaha dönüştürdü. Büyücüler, cinciler, muskacılar saraya dolduruldu. Devlet aklı yerini korkuya ve hurafeye bıraktı. Sultan İbrahim, annesinin ve onun adamlarının yazdığı bir oyunun yalnızca zavallı bir oyuncusuydu artık. Saray, artık ilimle değil; muska, büyü ve vesvese ile yönetiliyordu.

Tahta çıkana kadar veliahtlar Beyazıd, Süleyman ve Kasım’ın katline tanık olan İbrahim’in ruhsal olarak dengesiz olduğunu gösteren birçok olay yaşandı. Padişah kaldığı 8 yıl boyunca garip alışkanlıklar, öfke nöbetleri ve tuhaf tutkularıyla anıldı.

Sarayın odaları kış ortasında bile sıcaktı; ocaklar harıl harıl yanar, mermer duvarlar ipek perdelerle örtülürdü. Ama Sultan İbrahim yine de üşürdü. Ve belki de ölüme bu kadar yakın yaşadığı için oluşan ürperme hissini geçiren tek şey, samur kürkleriydi.

Samur, sultan için yalnızca bir lüks değil, bir saplantıydı.
Gün olur sabah namazından önce üç kat samur giyer, gün olur gecenin bir yarısı yeni gelen kürkleri dokunarak sayar, koklayarak istif ederdi.

Tarihçiler bu dönemi Osmanlı’nın hazinesinin delik cepli bir kaftana döndüğü yıllar olarak yazdılar. Kimse, kürklerin sadece bir ihtişam göstergesi değil, aynı zamanda bir deliliğin yorganı olduğunu anlamadı. Sarayda kuş tüyü yataklarla süslenmiş, duvarları samur kürkleriyle dolu odalar yaptırdığı, bu kürklerin arasına girerek devletin üstüne yığdığı yükünü hafifletmeye çalıştığı anlatılır. Bir keresinde cariyelere, samur kime daha çok yakışır diye yarış yaptırdığı; kazanan cariyeye altınla değil, kürke bahşiş verdiği bile yazılmıştır.

Samur kürklerin yumuşaklığıyla huzur bulmayan İbrahim’in delilik hali, çevresindekilere zarar verecek hallere ve öfke patlamalarına da dönüştü. Padişah, deliliği ilerledikçe geceleri kimsenin nefesini dahi duymak istemez olmuştu. En ufak ses, en küçük kıkırtı bir öfke selini tetikleyebiliyordu.

Ve bu öfkenin hedefi, sıklıkla kadınlar oluyordu.

Bir gece, saraydaki cariyelerden 20 kadarı “gürültü ettikleri” gerekçesiyle elleri bağlanarak Sarayburnu’ndan denize atıldı. Sultan İbrahim’in cinneti artık sıradan bir huzursuzluk değil; sistematik bir şiddet hâlini almıştı. Kösem Sultan, bu korkunç eğilimleri durdurmak yerine, çoğu zaman yönetmekle yetindi. Cariye seçimlerinde bile “itaatkâr ve sessiz” olanları seçtiriyordu.

Sultan İbrahim’in arzuları, saray protokolüne ve Osmanlı geleneğine sığmayacak kadar taşkındı. Ama bunların içinde biri vardı ki, hem sarayı hem de halkı derin bir hayrete sürüklemişti: aşırı kilolu kadınlara olan düşkünlüğü.

İbrahim için kadın, yalnızca zarafet ve güzellikten ibaret değildi. Onun aradığı şey, koca gövdelerin arasında kaybolmak, dünyanın ağırlığını başka bir ağırlıkla bastırmaktı. Derin bir ruhsal boşluğun, etle ve cüsseyle doldurulabileceğine inanmış gibiydi.

Bu dönemde sarayın görevlileri Konstantiniyye’yi dolaşarak gözlerine kestirdikleri kadınları “padişah sizi görmek istiyor” diyerek saraya götürdüler. Aralarında evli olanlar, dul olanlar, köylü kızları, çamaşırcı kadınlar vardı. Hepsinin ortak noktası bedenlerinin alışılmışın dışında iri olmasıydı.

Hayatının belki de en büyük aşkını bu kilolu kadınlar arasında buldu: Şekerpare

Rivayetlere göre 150 kilonun üzerindeydi. Sultan, ona sarayın en görkemli odasını tahsis etti. Onu sadece bir cariye değil, bir tapınma nesnesi gibi gördü. Giysileri özel dokundu, yatağı gümüş kakmalı taht haline getirildi. Hatta onunla geçirdiği gecelerden sonra “huzur buldum” diyerek duacı olduğu anlatılır.

İbrahim hakkında daha birçok delilik emaresi olsa da konumuz kendisi değil. Saltanat tahtı, Osmanlı tarihinde ilk defa bu denli kırılgan bir kişiliğin omuzlarına yüklenmişti. Dördüncü Murad’ın gür sesi ve demir yumruğundan sonra, yeni padişahın mırıldanan sözleri saray duvarlarında yankılanamıyor, korku yerini endişeye bırakıyordu.

Ama asıl büyük karanlık, hanedanın geleceğini tehdit eden sessiz bir fırtınaydı. Zira Osmanlı soyu Sultan İbrahim’le birlikte tükenmenin eşiğindeydi. Saraydaki gizli teatilerde, hanedanın devamı için Kırım Hanlığı’ndan damat getirme fikri dahi tartışılır olmuştu. Hatta Murat’ın ölmeden önce veliaht olarak sadece İbrahim kalınca, Kırım formülünü bizzat ortaya attığı söyleniyordu. Kutsal Osmanoğlu kanı, belki de ilk kez bu kadar ciddi biçimde başka bir haneye emanet edilmek isteniyordu. (İronik bir şekilde kendisinden sonraki 3 padişahın babası İbrahim’dir)

İbrahim’in hükmünde geçen ilk bir yılda ortaya çıkan çocuksuzluk derdine çare arayışı, Osmanlı tarihine kara bir sayfa olarak geçecek bir ismi doğuracaktı: Safranbolulu Karabaşzade Hüseyin Efendi, Nam-ı diğer: Cinci Hoca

Safranbolu’nun dik yamaçlarında doğmuştu Hüseyin. Dedesi Şeyh Karabaş, halkın gözünde bir veli; babası Mehmed Çelebi ise minberlerde vaaz veren ağırbaşlı bir zat… Çocuk yaşta öğrendiği ilk şey dua değil, muska yazmaktı. Babasının kitapları arasında gizlenmiş birkaç eski risale, onun için yalnızca mürekkep ve kâğıttan ibaret değildi — büyünün, tesirin, korku ile hükmetmenin dilini öğretmişti.

İstanbul’a indiğinde bir medrese talebesiydi, ama hiçbir zaman derslerin usulüne tam uymazdı. Süleymaniye medreselerinden birinde derslere devam etti, evet; ama çevresindeki herkes onu daha çok “nefesi kuvvetli” olarak tanırdı. Kimi baş ağrısına şifa bulduğunu söyler, kimi geceleri korkularıyla savaştığını… Medreseyi de bitiremedi…

Derken kaderin kapısı açıldı: Sultan İbrahim, aklını yitirmişti. Valide Kösem, oğlunun günbegün deliliğe sürüklendiğini ve tahtın devam etmesini sağlayacak bir çocuk yapmayı reddettiğini gördüğünde, sarayın kapılarını dua ehline, efsunculara, cincilere açmakta beis görmedi. Ve Hüseyin Efendi, bir sabah saraya çağrıldı.

Sultan İbrahim’in gözlerinin içine baktığında, orada ne kudret gördü ne akıl. Sadece sonsuz paranoyadan oluşan bir boşluk… Cinci Hoca, o boşluğa muska fısıldadı, dualar üfledi, korkuların üstüne tül gibi yalanlar örttü.

Ve işe yaradı.

Sultan İbrahim, artık kendisine Kösem tarafından gönderilen kadınlarla da ilgileniyordu. Dahası Cinci Hüseyin onu dinliyor, çılgın fikirlerini kendisi de ruhsal açıdan sorunlu olduğu için büyük bir heyecanla destekliyordu. Sarayın yalnız ve deli padişahı, en sonunda kendisini gerçekten anlayan bir dost bulmuştu. Cinci Hoca artık sarayın demirbaşıydı. Yalnızca bir şifa kaynağı olarak değil — bir sırdaş, bir akıl hocası, bir güç sembolü olarak. Medrese mezunu bile olmayan bu adam, dost olduğu bir padişahın gölgesine sığınarak kadılık, müderrislik, nihayet Anadolu kazaskerliği gibi en yüksek makamlara sıçradı.

Sarayın arka kapısından içeri sızan bu adamı oraya taşıyan ise hiç kuşkusuz Kösem Sultan’dı. Devletin akıl çemberi artık büyüyle, muskayla, korkuyla şekilleniyordu. Öyle ki, İngiliz sefir Sir Paul Rycaut’un iddiasına göre Kösem Sultan’ın katledildiği gün bile üzerinden Cinci Hoca’nın yazdığı muskalar çıkmıştı.

Cinci Hoca sıradan bir büyücü değil, devletin merkezinde bir kudret timsaliydi. Rüşvetle kadılıklar sattı, kazaskerliğe yükseldi, sadrazamları azletti, şeyhülislamları tahtından etti.

İstanbul’da yaptırdığı muazzam sarayda yüzlerce kişi hizmetindeydi. Cinci Hanı adını verdiği Safranbolu’daki hanı, Osmanlı ticaret yollarının gözbebeği olmuştu. (hala Cinci Han ismiyle ayakta)

Cinci’nin yükselişinin devlete bir bedeli vardı. Gerçek bir alim olan Yahya Efendi, onun nüfuzu altında kahrolmuş, yatağa düşmüş ve sonunda vefat etmişti. Devletin gerçek aklı olan Sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa, Cinci Hüseyin’in rüşvet ağlarına çomak soktuğunda sonu idamla bitti.

Evliya Çelebi Cinci’yi şu sözlerle tasvir eder:

“Zağferonborlu Şeyhzade… İlm-i davetten asla bir harf bilmez idi. Ancak bahtı yaver gitti. Gün geldi, sarayda padişaha Kenzü’l-Arş duaları okur oldu.”

Hakkında rüşvet ve suistimal söylentileri yayılınca, önce İzmit’e sürüldü. Ardından Gelibolu’ya. Ama Hüseyin Efendi her seferinde yeniden döndü — çünkü hâlâ sarayda Şekerpare başta olmak üzere kadınlarla kurduğu bağlar, Kösem’in gölgesi, padişahın dostluğu onun arkasındaydı.

Ta ki Sultan İbrahim tahtan indirilinceye kadar…

Koruyucusuz kalan Cinci Hüseyin’in saraydaki saltanatı çöktü. IV. Mehmed tahta çıktığında, cülûs bahşişi için kendisinden 200 kese altın istendi. Hüseyin parası olmadığını söyledi.

Evine yapılan baskında altınlar, kürkler, mücevherler, denkler dolusu zenginlik ortaya saçıldı. O kadar ki, bunlarla dağıtılan cülûs bahşişi halk arasında bir dönem “Cinci akçesi” olarak anıldı. Akçelerin ayarı öyle yüksekti ki, sarraflar bile hayran kaldı.

Hüseyin baskında paniğe kapılıp köşkünün damından atlamıştı. Komşunun tavanarasına kaçmıştı, ama bulundu. Dövüldü, aşağılandı, müsadereye uğradı. Hattâ kendi gözlerinin önünde serveti elinden alındı. Samur kürkleri, altın takımlar, mücevherler bohçalar halinde Paşakapısı’na taşındı.

Hala hükmettiğine inanılan cinlerinden korkulduğu için öldürülmedi ve İbrim Sancak Beyliği’ne gönderildi. Ama yolculuk yarıda kesildi. Karacabey’de nikris hastalığı nüksetti. İstanbul’a dönmesine izin verildi.

Hem cahilliği hem de güç sarhoşluğu nedeniyle dilini tutamadı. Konstantiniyye’de alışkanlık haline gelmiş ayaklanmalardan birine katıldı. Herkese servetinin gasp edildiğini, padişaha ulaşmadığını söylüyordu.

Saray için artık bu, ölüm fermanıydı.

1648 sonbaharında, Cinci Hoca ve iki-üç sadık adamının hikayesi Limnili Hüseyin Çavuş’un ellerinde son buldu.

Tagged

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *