Turgay Kaplan: The Walking Dead ,bir çizgi roman uyarlaması olmasına rağmen gerçekçilik dozu son derece yüksek bir yapım. (Yanlış anlaşılmasın, çizgi romanlar gerçekçi ya da ikna edici altyapı sunamazlar demiyorum; sadece çizgi romanların önceliği gerçekliği boyutlandırmak değildir diyebilirim). Görünürde korku malzemesi zombiler olan dizinin insanlararası ilişkilere, gündelik hayata ve insan psikolojisine dair incelikli dokunuşları ve izleyiciye iyi bir görüş alanı sağlaması, mevzu bahis gerçekçiliğin oluşmasını sağlayan en önemli etmen. Detaylara girersek…
Dizide herhangi bir karakterle özdeşim kurmak oldukça güç. Zaten buna gerek de yok. Rick’in şahsında hem kendisini hem de iyisiyle kötüsüyle tüm ahaliyi -türlü türlü psikolojiye sahip olsalar da-anlayabiliyorsunuz. Rick, bir prizma gibi ışığı içinden geçirip sonra da dağıtıyor. Rick faktörünün bu şekilde kullanılması bir taraftan beşerin durumlarına tek tek göz gezdirebilme faydası sağlarken diğer taraftan da panoramik insanlık manzarası sunuyor. Başka bir deyişle, sağduyusu yüksek Rick, bizi çemberin dışında tutup doğru bakışlar atmamızı sağlıyor. Hal böyle olunca da gruptaki bireylerle tek tek değil grubun tamamıyla özdeşim kurup olan bitene hakim bir açıdan seyrü-sefa ediyoruz.
Hatta, zombilerimiz dahi yukarıdaki amaca hizmet ediyorlar, dersek yanlış olmaz. Nasıl mı? Zombilerimiz, bildiğimiz klasik türden… Yani, 28 serisindekiler gibi tazı değiller, ağır aksak hareket ediyorlar. Ayrıca, zombi kültünün babası sayılan George Romero’nun başarıyla gerçekleştirdiği sistem eleştirisine de şimdilik pek hizmet ettikleri söylenemez. Yavaş hareketleri kahramanlarımıza geniş bir hareket alanı sağlıyor, tabii hikayemize de… Zombiler üzerindeki titiz çalışma da izleyicinin onlara başka başka anlamlar yüklemesini engellerken dikkati normal kahramanlarımıza yöneltiyor. Böylelikle dizide vurgulanmak istenen, yani esas tehlike olan insana oklarımızı fırlatabiliyoruz.
Çerçeve içlerinin -tekinsizlik hariç- her açıdan asgari düzeyde doldurulması karakterleri çıplaklaştırırken onların evrim süreçlerini de daha net görebilme fırsatı sunuyor izleyiciye… Kahramanlarımızın salgın öncesi, tahmin edilmesi pek de zor olmayan hayatlarındaki sınırlandırılmış kimliklerini aştıklarını gözlemleyebiliyoruz. Söz gelimi Rick, polis şefinden bir lidere dönüşüyor ya da Rick’in küçük oğlu, oyun çocuğundan gerçek bir zombi avcısına… Tabii ki bunun tam tersi de söz konusu: İyi bir dost iken Shane, kendisi ve çevresindekiler için tehlike arz etmeye başlıyor. Anormal şartlar altnda neyin ne olacağının belirsizliği ilkesi usul usul işleniyor kısacası.
Sıkı bir senaryoya sahip The Walkig Dead’i izlenir kılan en önemli kozlardan biri de hassas bir iyi-kötü dengesine sahip olması. Shane’in ölmesiyle birlikte oluşan boşluk Vali Bey ile tam zamanında giderildi. Hatta çok daha iyisi oldu. Çünkü ilk iki sezon boyunca nasıl ki Rick grubun tam anlamıyla güvenini kazanma yolunda gelişimini sürdürüyorsa Shane de grubun nefretini edinme yolunda gelişimini sürdürür. 3.sezon ile birlikte güvenirliliği şüphe götürmeyen Rick’in karşısına evrimini tamamlamış tekinsizliğin (Vali Bey) çıkarılması son derece yerindedir.
Alt tür olarak yol hikayesi sınıfına da giren The Walking Dead’de mekanlar oldukça başarılı biçimde kullanılmış. Kurgunun (2.sezonda kaybolan, ilerleyen bölümlerde de zombi olarak dönen Carol’ın kızının yarattığı hayal kırıklığı, herkesin hastalığın taşıyıcısı olduğu ve ölür ölmez zombiye dönüşecekleri, hastalık kontrol merkezindeki bilim adamının bile insan türünün sonunun geldiğini ilan edip kendini binayla birlikte yok etmesi, diğer insanlardan gelen tehlikeler… ) yarattığı distopik atmosfer gerçek anlamda sağlam zeminini bulmuş.
Suat Demirel: Çok açık konuşmak gerekirse ben ilk sezonu Frank Darabont’tan ötürü zorlayarak izledim. İlkin işler zorlama olmasına rağmen fena gitmezken sonradan sonraya beni feci şekilde sıkmaya başladı dizi.
İkinci sezona başlamama rağmen devamını bir türlü getiremedim.
Beni uzaklaştıran etmenleri saymaya başlayacak olursam birinci sıraya zorlama senaryoyu yazarım. Yani küfür etkisi yaratabilir ama çok özensiz bir senaryosu olduğunu düşünüyorum dizinin. Başlangıcı oldukça merak uyandırıcı olsa bile devamında fenalık getiren kısımlar var. Bir zombi hikayesi ne derece mantıklı olabilir diyebilirsiniz, ben ortada bir tutarlılık göremedim. Dengesiz karakterlerden ötürü bana öyle gelmiş olabileceğini de şerh koyarak kabul edebilirim.
Oyuncuların dengesizliği demişken dizinin ruhunun çok maymun iştahlı olduğunu söylemek isterim. Fena gitmeyen bir aksiyonun hemen ardında romantizm ve hemen sonrasında gerilim ve nihayetinde çocuk hikayesi kıvamında felsefik konuşmalar yerleştirmeyi başarabiliyor! Yine senaryo kısmına bağıntılayarak bunun hiç eğlenceli olmadığını söylemeliyim. Çorba severim ama kasede, televizyon ekranında değil.
Sonraki en büyük etken Sarah Wayne Callies’in canlandırdığı Lori karakteri. Bir karakter bu denli itici etkiye sahip olmamalı! Sarah Callies’le kişisel bir problemim olmadığını Prison Break’te kendisine bayıldığımı belirterek göstermek isterim.
Daha fazlası da var ama ikinci sezonun başından sonra takip etmeyi bıraktığım bir dizi hakkında çokça atıp tutmak istemiyorum. Başarılı bulduğum noktaları (atmosfer, makyaj, set tasarımı vs) olmasına rağmen sihirli kutudaki işlerin çoğuna yaptığım gibi; ZAP!
Turgay Kaplan: Frank Darabont etkeni benim için olsa olsa diziye başlamama nedeni olabilirdi. Esas zorlama senaryoya örnek göstereceksek hazretlerinin en popüler filmleri Yeşil Yol ve Esaretin Bedeli’ni de basbayağa gösterebiliriz. Çok kişisel bir görüş gibi görünebilir ama bence bu iki filmde sadece sentetik gerçeklikle dokunmuş filmler. The Walking Dead ile Darabont’un iyi bir ekip sayesinde kendini aştığını düşünüyorum.
Ebru Çavdarlı: Ben de Turgay’a burda katılmadan edemiyorum. Bence Darabont’un kendini aştığı bir iş bu. Gerçi her ne kadar iyi başlamışken ikinci sezonunda fenalıklar geçirtse de üçüncü sezonda toparlamaya başlamış gibi gözüküyor dizi… Makyaj ve mekanlarda gerçekten başarılılar. Özellikle makyajlarına söylenecek kötü bir laf bulamıyorum.
Gültekin Turgut: Aslında bolca zombi filmi ile dolu bir dönem geçirdik, geçirmeye de devam ediyoruz. Bu nedenle beyazcamda zombi işi yapmak (imkanların kısıtlılığı öykünün uzunluğu vs.) görece sinemadan daha zor bir iş… Korku sinemasının zombi alt türüne yeniden hayat öpücüğü veren 28 gün ve devamı, Resident Evil serisi, I am Legend vd. ile zombiye doymuş durumdayız. World war Z’de merakla bekleniyor türün hayranlarınca… George Romero’nun filmleri ise bir kenarda ve aklımızda durmaya devam etti. Ayrıca onun yeni üçlemesi de unutulmamalı. İstismar sinemasının, video filmlerin zombilerini de hatırlamakta fayda var. Bu kadar farklı yoruma ve bir dolu veri akışına sahip olduğumuz zombilik müessesesi ile ilgili yeni bir şey söylemek de yapmak da güç açıkçası.
Zihnimiz adeta bir Zombieland halinde… Ki aynı isimli film de bu alt türe ayrı bir renk katmıştır. Bu yoğunlukta farklı bir yorum, ancak zombieleri farklılaştırarak elde edilmekte, sanırım bunda kutsal kitapların kıyamet tasvirlerinin de bolca etkisi bulunmakta…
Çekirgeler gibi sonsuz sayıda bedenin yeniden dirilecek olması tasvirlerinin zombilerin varoluşunda da etkili olduğunu kabul etmeliyiz. Tıpkı birer yecüc-mecüc gibi bilinçaltımızdan dinsel kodlardan fırlayıp gelen korkutucu zombiler…
The Walking Dead’de çizgi roman serisinin yaratıcısı Robert Kirkman da diziye katkı sağlıyor. 3. sezonunu görerek bile büyük bir başarıya imza atıyor. Çizgi roman olarak da önemli başarılar kazandı. Bunu dizi olarak da sürdürüyor. Bunda serinin tekinsizliği, şaşırtıcılığı kadar “İnsan insanın kurdudur” mottosunun temelini oluşturması da önemli bir yanını oluşturuyor.
Klasik amerikan toplumunun küçük bir yansıması olan topluluğumuzun (son bölümlerde ailenin siyah bireyinin ölümüyle başka bir siyahın katılması gibi) yaşamak için gösterdiği direnişi ben Truman doktrini yüzünden kararsız kalan Amerikan toplumuna benzetiyorum. Ben Frank Darabont’u severim bir şaşırtma ve dramatize etme yeteneğidir kendileri… Ayrıca diziyi diğerlerinden ayıran geniş mekan kullanımları da yönetmenin etkisidir bence… Darabont’un adını gördüğüm için diziye başladım diyebilirim. Örneğin benzer bir iş olan Revolution’a bakınca The Walking Dead’in estetik ve görsel başarısını daha iyi anlayabiliriz. Stephen King’in Cep adlı romanı geliyor aklıma diziyi izlerken… (kara kule serisinin de filmini bekliyoruz bu arada) Darabont da biliyoruz ki iyi bir King okuru…
Sevmediğim karakter Rick’in karısıydı (Lori)… Ondan da çok şükür kurtulduk. (O pragmatizmi yansıtmadaki başarısı için Sarah Wayne Callies’i takdir etmek lazım) Zor bir alanda önemli bir yol açarak dizinin ilerlediğini düşünüyorum. Elbette bu bir TV dizisi olduğu için eksiklikler de var. Gene de film tadında bir iş çıkıyor… Umarım uzunca bir süre daha bizimle olmaya devam eder.
Ümit Açık: 2. sezonun, küçük kızlı sezon arasına kadarki dilimi için konuşuyorum: The Walking Dead, bana eleştirmen gibi hissettiren ilk nitelikli iş oldu sanırım. Şöyle açayım; ben film ya da dizileri izlerken eleştirmen gözüyle bakmam, ki değilim zaten, bir izleyici olarak dalarım içine ilk fırsatta. Hele ki beğendiğim bir işse kadrajı, akışı ikinci planda olur. The Walking Dead’i izlerken, ilk dakikadan itibaren formülü hissedebiliyorum. Üstü boyayla iyi kapanmamış taslak çizim gibi. Neyi neden koydukları gözüme batıyor. Özellikle ilk sezon, olaylar sanki önceden örülmemiş, akıllarına geldiğince üst üste ekleniyor. Bir çocuğa masal anlatırken, hiçbir öykü kurmayıp sadece çocuk uyuyana kadar serüveni çeşitli engeller uydurarak devam ettirmek gibi. Açıkçası mezar kazan adamlı bölümün aşikar olan bağlanması da gözüme battı, sezonun sonlarına doğru gelen -bence acınası- macguffin denemesi de.
Eğlenmesine yer yer eğlendim, ama öykü olarak hiç mi hiç sevemedim ilk sezonu. Sezon sonunda senaristlerle toplu olarak yolların ayrılması ve çıkan tartışmalar, işte sorun olduğu konusunda fikir yalnızlığı çekmediğimi düşündürttü. İkinci sezon ise, zombi akını arka plana alınarak insan psikolojisine çevrildi kamera. Açıkçası bu yavaş akıştan şikayet edip “zombi görmek istiyorum, hani lan” diyenlerden olmadım, ama bu “felaket anı insan çatışmaları”nın kötü işlenmesi halinde diziyi daha da kötü hale getirebileceğinin farkındaydım. Bir zombi işinin, dizi olabilmesi ya da genel olarak kaydadeğer olabilmesi için tek çatışmanın zombi-insan arasında olmayacağı 101 kodlu ders içeriğidir bu işin, 40 bölüm boyunca “haydi el ele hep beraber zombilerle savaşalım” demeyecektir hiçbir uzun soluklu kitle.
Haliyle sadece zombi istilasını aksiyonlaştırmayan, insanların meselelerine de el atan bir projenin, bu alanın hakkını vermesini beklerim. Zombiler üzerinden tüketim toplumunu görmek, pratikçe bir deha işidir. Ama zombiler üzerinden zombiyle savaşan insanların yer yer şirazeden çıkmasını işlemek olağanın üzerine çıkması için çok sağlam derinlik gerektirecek bir yoldur. İyi adam, üstünden iyilik saçılan, “ailenizin polisi” Rick ve kötü adam, gözünden şer fışkıran Shane karakterleri, bu işin derinlikli yapılmadığı konusunda beni ikna etmeye yetti. Zombi kısımları da geri plana çekilince, diyalogları, çatışmaları, beklendik aşkları ve “ailesel” meseleleriyle zombi istilası fonunda geçen klasik bir amerikan dramını izlemek de bana pek cazip gelmedi. Son darbeyi de sezon arası vurdu işte. İlk bölümlerde kaybolan kız, Çehov’un silahıydı bu dizide, zombi olarak ortaya çıkması ilk akla gelendi ve tabii ki bu kadar uzun süre sırtına binilen konunun sağlam bir sürprizle bizi yeni bir kapıya, dizide bir dönüm noktasına götürmesini bekliyordum. Ama 2. sezon 7. bölümde, çok uzun zaman süren bekleyişin sonu, kızın -beklendik şekilde- hiçbir kapı açmadan zombi olması ve vurulmasıyla gelince, üstelik bu sahne dizi hayranlarını büyük ölçüde memnun edince, beklentilerin farklı olduğunu anlayarak diziden çekildim. Ahır bölümü de bitmiş, sıradaki serüven başlayacaktı belli ki. Bu durumda, kızın normal olarak bulunması bile beni daha çok şaşırtacaktı. Hatta ben olsam kızı 47 yaşında, Michael Keaton tarafından canlandırılan erkek bir country şarkıcısı olarak geri dönderirdim. Hem izleyenlere gerçekten şaşıracakları bir twist vermiş olurdum, hem de senaristlere at koşturmaları için büyükçe bi alan açardım.