Sinema Bir Dahisini Daha Kaybetti: Ken Russell Aramızdan Ayrıldı

haber

Sinema ansiklopedileri sadece ingiliz sinemasıyla ilgili maddelerde değil, sinema ve müzik, sinema ve seks, sinema ve kilise, sinema ve politika maddelerinde de onun ismini büyük puntolarla yazıyor. Hayatı boyunca hiç durmadan üreten, yazan, yöneten, kurgulayan, yeni teknikler deneyen bir isim oldu. Belgeseller yönetti, diziler çekti, sinema tarihine geçen filmlere imza attı, hatta hayatının son döneminde reality show’lara bile katıldı. Dünya sinemasının gidişatını değiştiren, çalışkanlığı ve yaratıcılığıyla Stanley Kubrick dahil birçok yönetmene örnek olan bir usta olarak bugün 84 yaşında hayata gözlerini yumdu.

Bir ayakkabıcının çocuğu olarak 1927 temmuzunda dünyaya gelen Ken Rusell’ın gençliği İkinci Dünya Savaşı’nın karmaşası içinde geçti. Buna rağmen üstün zekası sayesinde iyi bir eğitim aldı, bir süre ingiliz deniz kuvvetlerinde görev yaptı. 1950’lerin başında eline aldığı fotoğraf makinesi ve kamera hayatını değiştirdi. Yetenekleri onu kısa süre içinde belgesel yapımcılığına taşıdı. BBC’de özellikle ünlü müzisyenlerin biyografilerini aktardığı belgesellerde, canlandırmaları kullanmaya başladı. Belgeselleri bir süre sonra klasik BBC belgeseli formatından çıkıp, ünlü isimlerin hayat hikayelerini anlatan filmlere dönüştürdü. Bu arada bir belgeselde Richard Strauss’u nazilerin esin kaynağı olarak gösterince ilk büyük karmaşasını yarattı.

TV dizileri ve kısa filmlerle geçen yılların ardından 1969’da D.H. Lawrence’ın romanı Women in Love’ı çekti. Oliver Reed’li, Alan Bates’li, Glenda Jackson’lı film bir dönemin simgesi haline geldi ve kült statüsüne ulaştı. 1970’de Tchaikovsky’nin hayatını filme aldığı Music Lovers ile bir kez daha unutulmaz bir filme imza attı. Yine bir klasik haline gelen The Devils’ı bitirdikten sonra 1975’te The Who ile birlikte Tommy’yi sinemaya uyarladı. Roger Daltrey, Ann-Margret, Oliver Reed, Elton John, Tina Turner, Eric Clapton ve Jack Nicholson’lı kadrosu, müzikleri, zamanın ruhunu en iyi şekilde yansıtmasıyla Tommy sinema tarihinin en iyi filmleri arasında yerini aldı.

Lisztomania ile Franz Liszt’i bir pop yıldızı olarak resmetti. 80’lerde daha çok bilim-kurguyla ilgilendi. Altered States gibi bir başyapıt daha sundu. 1990’da Sean Connery’li Russia House, 1991’de Prisoner of Honor’la politik sinemada da ne kadar iyi olabileceğini kanıtladı.

2000’lerde TV dizileri çekti, belgesellerde genç yönetmenlere yardımcı oldu, düşük bütçelerle çektiği farklı filmlerle adından söz ettirdi. Sinema dersleri verdi. 2007’de katıldığı reality show “Celebrity Big Brother”dan hata yaptığını anlayıp kendi isteğiyle ayrıldı.
Ardında hiçbir yönetmenin kolay kolay yakalayamayacağı başarılar, tartışmalar bırakarak 84 yaşında hayata gözlerini yumdu.

Tagged