Sundance Film Festivali başladı. Senenin en kaliteli bağımsız filmleri burada gösterilecek ve belki bu filmlerden bazıları 2014’te Oscar’a koşacak. Daha önceki beş bölümde bu sene Sundance’te yarışacak ve/veya gösterimi yapılacak filmleri ayrıntılarıyla anlatmıştık. Bu bölümler için şuraya, şuraya, şuraya, şuraya ve şuraya bakabilirsiniz.
İlk haberimiz “Top of the Lake” ile ilgili. Jane Campion’ın yönettiği bu 300 dakikalık film/diziden (BBC kanalında yedi bölüm olarak yayınlanacak) yeni kareler yayınlandı. Bu kez, kareler karakterleri tanıtmayı ve filmin atmosferini seyirciye geçirmeyi amaçlıyor. “Mad Men” dizisinin yıldızı Elisabeth Moss’un filmin/dizinin başrolünü üstlendiğini de son kertede belirtelim. Yayınlanan yeni karelerden ilki burada, devamı Facebook Albümümüzde.
İlk fragman bir belgeselden. “Blood Brother” (kan kardeşim) adındaki belgesel izleyiciyi Hindistan’a götürüyor. Belgeselin konusu kısaca şu şekilde: Rocky Braat Amerika’dan Hindistan’a gider ve burada HIV/AIDS hastalığına yakalanmış çocuklarla tanışır. Çocukların bu hastalıkla mücadelelerinde yardımcı olan Braat aynı zamanda bu çocukların ailelerinin yaşadıkları acıyı azaltmak için de elinden gelen her şeyi yapıyor. Çok bir şey beklemeden çıktığı bu yolculuk sonucunda değişen Braat en sonunda buradan bir kadınla hayatını birleştiriyor. Evet, merkezde Braat yer alıyor, Amerikanya’dan kopup gelmiş turist Braat’in gözünden anlatılıyor Hindistan. Belgeseli önemli yapansa bu hastalığa 90 dakika boyunca değinmesi. Belgeseli kotaran isim Steve Hoover. “Blood Brother”, Hoover’ın ilk senaristliği ve yönetmenliği. Kendisi bu belgeselden önce 2010’da yayınlanan “Footnote” adlı belgeselin kurguculuğunu üstlenmişti. Belgesellerde çalışan Hoover’ın ilk işi de haliyle belgesel olmuş.
“Wajma” veya Sundance’te gösterilecek adıyla “An Afghan Love Story” (bir Afgan aşk hikayesi). Adından da anlaşılacağı üzere Afganistan’da geçen bir aşk öyküsü anlatılıyor bu kurmaca filmde. Barmak Akram ikinci uzun metrajlı filminde toplumsal bir soruna ve Ortadoğu toplumlarında kadının rolüne (rolsüzlüğüne mi desek? Zira ülkemizde de olduğu gibi Ortadoğu’da da kadının hala adı yok) odaklanmış. Aşağıdaki fragmandan da (aslında fragmandan ziyade bir klip) anlaşılacağı üzere birbirlerine aşık iki insanın hamilelik yüzünden değişen hayatları anlatılıyor. Kabul, Mustafa ile gizli bir ilişkiye başlar. Bu gizli ve yasak aşk devam ederken Kabul hamile kaldığını fark eder. Ailesine bu durumu nasıl izah edeceğini bilemez. Zira babası şeref ve namusa fazlasıyla önem vermektedir.
95 yapımı “The Keeper” adındaki suç dramasından sonra belgesel filmlerle haşır neşir olan Joe Brewster, Michele Stephenson ile birlikte bir belgesel daha çekmiş. “An American Promises” ikilinin beraber kotardıkları üçüncü belgesel. Bu belgeselde iki Afro-Amerikan çocuğun dostluğu üzerinden Amerikan eğitim sistemi ve Afro-Amerikalıların bu toplumda yaşadıkları zorluklar değerlendiriliyor. Bence Sundance’in en önemli belgesellerinden bir tanesi “The Keeper”. Zira hem Avrupa’da, hem de Amerika’da nefret, ırkçılık ve faşizm almış başını gidiyor. Böyle bir dönemde böylesi büyük bir toplumsal soruna değinen ve aydınlarla izleyicileri bu konu hakkında bilinçlendiren yapımların çıkması oldukça önemli.
Sıradaki mekanımız geri kalmış, işgal edilmiş, sömürülmüş, acılardan acılar beğenmek zorunda bırakılmış garibim Uganda. “God Loves Uganda” (Tanrı Uganda’yı sever) Hıristiyanlar’ın önce işgal ettikleri bu yere dinlerini de getirmelerine odaklanıyor, yani misyonerliğe. Misyonerlerin ülkeyi nasıl da ellerine geçirdiklerini ve halkı uyuttuklarını cesur bir şekilde anlatıyor (gibi görünüyor) bu belgesel. “Yabancılar geldiklerinde bizde topraklar, onlarda İncil vardı. Gözlerimizi kapatmamızı istediler. Açtığımızda onlarda topraklar, bizdeyse İncil vardı” sözü belgeseli de, Uganda ve daha onca ülkenin durumunu da özetler sanırım. Sundance’in en izlenmesi gerekli belgesellerinden bir tanesi. Görünüşe göre Sundance bu sene belgeselleri ile de adından epey söz ettirecek.
Belgesel dalındaki diğer yapım ise “The Machine Which Makes Everything Disappear”. Bu belgesel Georgia halkının yaşantısına odaklanıyor. Gencinden yaşlısına, askerinden bakkalına, çocuklarına, kadınlarına kadar halkın yaşantısı anlatılıyor belgeselde.
Bu kez bir kurmaca filmin fragmanını paylaşacağız. “Circles” (daireler) Sırp yönetmen Srdan Golubovic’in kotardığı üçüncü uzun metrajlı film. Yönetmen bu filminde Sırbistan’ın Bosna Hersek’te yaptığı soykırıma odaklanmış. Karakterlerini Sırbistan’dan, Bosna Hersek’ten seçmiş. Hıristiyanı da var hikayede, doğal olarak Müslümanı da. Film aşağıdaki fragmandan da anlaşılacağı üzere bu savaş dönemine fazla odaklanmayacak, kısa bir süre sonra karakterlerin on iki sene sonraki hallerini ve aralarındaki çatışmaları anlatmaya başlayacak.
Daha önceki Sundance yazılarımda da belirttiğim üzere bu sene Sundance’te ilk filmiyle yarışacak epey yönetmen var. Bunlardan birisi de Sebastian Hoffman. Aktörlük ve kurguculuk yapmış olan Hoffman ilk filmi olan “Halley” ile Sundance’e konuk oluyor. Filmi kabaca ve kısaca konusu şöyle: Mexico City’deki bir spor salonunda gece bekçisi olarak çalışan Alberto garip bir hastalığa tutulur. Bu hastalık yüzünden utanan Alberto melankolik birisine dönüşür. Vücudundaki çürükler arttıkça psikolojisi daha da bozulan Alberto hayat ışığını bir kadında bulur. Sürrealist bir film olarak niteleniyor “Halley”. Aşağıdaki fragmanı da bir hayli farklı. Zira fragmanda hikaye hakkında hiçbir bilgi verilmiyor, sadece Alberto’nun evi gösteriliyor, bir de kavanozdaki sinekler.
Festivalde gösterimi yapılacak kurmaca filmlerden bir tanesi de Endonezya yapımı “What They Don’t Talk About When They Talk About Love”. İlk filmi “Fiksi”den sonra sinemaya beş yıl ara veren Endonezyalı yönetmen Mouly Surya ikinci filmi ile Sundance’te yarışmaya hak kazanmıştı geçen ay. Surya ilk filmi “Fiksi”de de yaptığı gibi bu filminde de aşka, sevgiye ve bireyler arasındaki iletişimsizliğe odaklanıyor. Surya bu filminde merkeze lisede okuyan genç bir kızı koyuyor ve onun aşk hikayesini anlatıyor. Tabi sadece onun değil. Doğuştan kör bir kızın da aşk hikayesi filmin yan hikayelerinden bir tanesini oluşturuyor.
Malumunuz dünya bir ekonomik krizle cebelleşiyor. Özellikle bu kriz Amerika’da fazlasıyla hissediliyor. “Inequality for Love”, Bill Clinton döneminde çalışma bakanı olan, şimdilerde ekonomi üzerine muhafazakar yazılar kaleme alan bir profesör. Bu belgesel onun sunumları, panelleri ve düşünceleri üzerinden Amerika’nın ekonomik krizine bir bakış atıyor. Belgeselin amacı krizle ilgili bir farkındalık yaratmakmış.
“Blue Caprice” (mavi Caprice), Alexandre Moors’un ilk yönetmenlik denemesi. Moors gerçekte yaşanmış bir olayı “Blue Caprice” adlı filminde anlatıyor. Tarih: 2002, Yer: Seri katillerin çılgın attığı ABD. 2002 yılında John Allen Muhammad adlı keskin nişancı, Lee Boyd Malvo ile birlikte üç hafta boyunca Amerika’da dehşet saçtı. Muhammad ile Malvo üç hafta boyunca on kişiyi öldürmüşlerdi. Bu cinayetlerden sonra tutuklanan Muhammad 2009 yılında idam edilmişti. “Blue Caprice”, Muhammad’ın bu cinayetlerine odaklanıyor. Yakın zamanda da böyle bir olay yaşandığı için filmin gündem yaratacağını söylemek mümkün.
İlk iki filmi “Hamilton” ve “Putty Hill” ile dikkatleri çeken genç yönetmen Matthew Porterfield üç yıllık aranın ardından beyazperdeye dönmüş. Porterfield’ın dönüş filmi “I Used to Be Darker” adını taşıyor. Filmin konusu kabaca kaçak bir hayat yaşayan bir adamın amcası ve yengesinden sığınma talep etmesi… Tabi amcasının kendi ailevi sorunları var ve bu kaçak yeğenini evine buyur edip başını yasalarla derde sokmak niyetinde değil.
Michael Cera bu sene iki filmle Sundance’te olacak. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi bu iki filmin yönetmeni Şili doğumlu Sebastian Silva. Silva “Crystal Fairy” (kristal peri) ve “Magic Magic” (sihir sihir) ile Sundance’te ödül kovalayacak. Bahsedeceğimiz film “Cystal Fairy”. Komedi türündeki filmde Cera’ya Silva’nın ailesinden Jose Silva, Agustin Silva ve Juan Silva eşlik etmişler. Film Amerika’dan Şili’ye turistik bir gezi için gelen genç Amerikalıların burada yaşadıkları komik maceraları anlatıyor. Yayınlanan iki klip filmin komik olduğunu kanıtlıyor.
Şili doğumlu Alicia Scherson “Play” (oyun) ve “Turistas”dan (turist) sonra üçüncü kez kameranın arkasına geçti. İlk filmi “Play”le Tribeca Film Festivali’nden “umut vaat eden yönetmen” ödülünü, ikinci filmi “Turistas” ile Seattle Film Festivali’nden jüri özel ödülünü kazanan Scherson bu ay “Il Futuro” (gelecek) ile Sundance’te de ödül kovalayacak. “Il Futuro”nun başrollerini Rutger Hauer ile Manuela Martelli üstlendiler. Scherson filmini Şilili yazar Roberto Bolano’nun aynı adlı romanından uyarladı. Film önemli bir sır saklayan Bianca ile emekliye ayrılmış B film yıldızı Maciste arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Bianca muhteşem bir konakta yaşayan, eskiden B filmlerde rol alıp ünlenen ama görme yetisini kaybedince aktörlüğe noktayı koyan Maciste ile tanışır. Maciste, Bianca’dan etkilenir. Bianca’nın Maciste ile ilgili kötücül planları vardır. Bianca iki arkadaşıyla birlikte Maciste’yi soymayı planlamaktadır.
“Primer” ile sinemaya gayet başarılı bir adım atan Shane Carruth’ın yönettiği “Upstream Color”un iki teaserının ardından ilk fragmanı nete düştü. Filmin ilk gösterimi daha önce de belirttiğimiz gibi Sundance’te gerçekleştirilecek. İkinci gösterimi ise Berlin Film Festivali’nde yapılacak. Carruth iki festivalde de ödül kovalayacak.
“Take Shelter” ile geçen senenin en sağlam filmlerinden bir tanesini ortaya koyan yetenekli yönetmen Jeff Nichols ara vermeden kariyerine “Mud”la devam ediyor. Polislerce cinayet suçlamasıyla aranan Mud ile iki çocuk arasındaki ilişkiyi gerilimli bir atmosferde anlatıyor “Mud”. İlk gösterimi geçen sene Cannes’da gerçekleştirildikten sonra ticari gösterime girmeyip başka festivalleri dolaşan “Mud” genelde olumlu eleştiriler aldı. Başrol oyuncusu Matthew McConaughey’nin performansının bir hayli övüldüğünü belirtelim.