Italo Calvino “Yeni Bir Sayfa” adıyla Türkçeye kazandırılan denemelerinden birinde İtalya’da anlatı sanatının üç yolundan söz eder. İlk iki yol; eleji ve köy ağzı yoludur. Üçüncü yol kendisinin de dahil olduğu fantastik anlatı yoludur. Bu seçimini şu cümlede özetler Calvino: “ Çağdaş yaşamın imgeleri bu gereksinmemi karşılamadığı için, doğal olarak bu enerjiyi çağımızın dışındaki, gerçekliğin dışındaki fantastik serüvenlere aktardım.” Calvino bu satırları yazarken İtalya; 2. Dünya Savaşı, Alman işgali ve iç savaşı yaşamış bunların bıraktığı enkazdan kurtulmaya çalışıyordu.
Fantastik olanın, bugün Hollywood yapımlarından, çizgi filmlere, dizilerden romanlara uzanan bir ürün yelpazesinde yarattığı bir işgalden rahatlıkla söz edebiliriz. 2009’da kaybettiğimiz Ünsal Oskay’ın bir dersinde masallarla ilgili söylediği “Çocuklar masalları okumayı ihmal etmeyin, onlar içlerinde hayatın özünü taşırlar. Bulduğunuz her masalı biz büyüdük diye düşünmeden okuyun” sözü hala hatırımda… Dünya her zaman zor bir yer oldu. Hep bir kargaşa, hep bir kaos içinde kitleler sürüklenmeye devam etti. Adem ve Havva’nın, kovuldukları cenneti arayışı, çocuklarının içinde sürdü, sürüyor. Dünya ne zaman bir cennete dönüşür bilen yok ama bu dünyanın bugün bir cennet olmadığı kesin… Böyle bir hayatın içinde sürüklenen insan zihninin, başka bir yer başka bir dünya hayali de onunla birlikte yaşamaya devam ediyor. Hepimizin farklı tarzlarda hayal ettiği dünyalar var ama ortak nokta Calvino’nun işaret ettiği “çağdaş yaşamın imgelerinin yetersizliği” noktasında düğümleniyor. Bu dünya bize yetmiyor. Yetenler için bu yazının kalanının çok bir anlam taşımayacağını söylemek isterim.
Bir çok insan fantastik olanı bir kaçış olarak algılayıp, hiçbir biçimde ona ilgi dahi duymuyor. Saçma, imkansız, uçuk kaçık bulunan fantastik dünya büyük bir kitle tarafından mütebessim bir biçimde izlenirken, başka bir kitle tarafından -ki onlarda bayağı bir kalabalık bir grup- çılgınca takip ediliyor. Kızın vampirle kurt adam arasında kalan aşk hikayesi, bir “Rüzgar Gibi Geçti” popülaritesiyle dünyayı kasıp kavuruyor. “Uğultulu Tepeler” yerine “Alacakaranlık” hakim görünüyor okurlar dünyasına… Bu konu hem sosyolojik hem de psikolojik olarak ilgilenilmesi gereken bir mevzu… Fantastik olanın sadece bugüne ait olmadığını öncelikle düşünmeliyiz; Orta Çağda cennetten yer satan papazda, bir Anadolu köyünde kocasının yeniden ilgisini kazanmak isteyen kadının gittiği hocanın yaptığı muskada, Thor’un çekicinde fantastik olanın sadece bugüne ait olmadığının bir göstergesi değil midir? İnsanın gittiği yere götürdüğü her şeyin yanında akıl dışılık da var… Fantastik olan yaşamaya devam edecek. Bugün; Frodo’nun Orta Dünya boyunca güç yüzüğünü taşıyıp onu (vaat ettiği tüm iktidarı reddederek) yanardağa fırlatması ne kadar fantastikse, bir ülkenin milli gelirini, açlıktan ölenlerin olduğu bir dünyada, elli bin dolara çıkarması da o kadar fantastiktir.
İçinde çok ama çok kötü örneklerinde yer aldığı fantastik yolda, çok ama çok önemli eserler de ortaya çıkmıştır. Faust’tan, Güneş Ülkesi’ne gibi eserlerden, Sandman, Watchman, Yerdeniz, Yüzüklerin Efendisi vb. işlere kadar… B sınıfı filmlerin olması, kötü yazılmış romanların varlığı, bu türün gücünü azımsamamızı gerektirmez. Bu mantıkla şiirden nefret etmemiz gerekirdi. Herkesin hayatının bir döneminde şiir yazması şiirin büyüsüne halel getirmediği gibi fantastik olanın içindeki ucuz ve kötü örnekler de onun gücünü azaltmayacaktır.
Bu upuzun girişin nedeni aslında 3. sezonu başlayan “Once Upon A Time” adlı dizi oldu.
Diziyle ilgili detaylara girmeden önce son dönemde fantastik alanda yaşananları özetlemek gerektiğini düşünüyorum.
Disney fantastik olandan en çok kazanan şirketlerin başında geliyordur. Son dönemlerde Disney, kahramanlarını aynı ortamda toparlıyor. Çizgi romanda gördüğümüz Avengers, Justice League benzeri bir oluşum, Mickey Mouse etrafında da var. Mickey Mouse ve arkadaşları kulüp evi konseptiyle tv dizisi olarak sunuluyor. Aynı şekilde Cinderella’dan Pamuk Prenses’e, Ariel’den Rapunzel’e bütün kız kahramanlar da (şimdilik 11 karakter) Disney Prensesleri konseptiyle sunuluyor. Eğer oyuncak bebek alacaksanız tüm bebekleri toplamanız gerekiyor. Disney’in Marvel’i bünyesine katmasını da unutmamak gerek.
Mattel aynı uygulamayı Barbie ile yapıyor. Barbie’nin animasyon filmleri (her birinde ayrı bir meslek ve durumda) yoluyla aynı bebeğin farklı elbiseli ve meslek sahibi versiyonlarını üretip satıyorlar. Böylece elinizde hem Barbie Popstar hem de Barbie Balerin bebeğiniz olabiliyor. Barbie’nin animasyonları hemen hemen her yıl bir veya iki film şeklinde ilerliyor. Barbie bir bakmışsınız Rapunzel olmuş bir bakmışsınız denizkızı… 1987-93 yılları arasında 4 uzun metraj animasyonu olan Barbie’nin, 2001 yılından bu yana ise 22 adet uzun metraj animasyon filmi bulunuyor. Böylece sinemaya katkı veren oyuncaklardan, oyuncaklara katkı veren sinemaya da geçmiş oluyoruz. Çizgi roman uyarlamalarının çizgi roman satışlarına aynı katkıyı yapmadığını söylememiz gerek bu arada.
Bir kişinin etrafında dönen hikayelerden daha fazla karakterin yer aldığı maceralara geçilmiş durumda. Avengers’ın sinemadaki başarısını düşünürsek (ünlü oyuncu kadrolarını bir araya getiren bazı filmleri de düşünebiliriz) bu durumun son dönemin en başarılı yöntemi olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Artık aynı filmin içinde hem kurt adam, hem vampir, hem cadı olmalı… Son dönemde sinema salonlarına gelen Pamuk Prenses ve Avcı, Hansel ve Gretel: Cadı Avcıları gibi filmler bildik hikayelere Trollerden, bataklık canavarlarına, çeşit çeşit cadıya kadar bir sürü detay ekleyerek daha zengin ve daha gösterişli bir şölen sunma iddiasını içinde taşıyorlar. Sanırım bunda gelişen görsel efektlerin olduğu kadar izleyicinin iştahının da büyümüş olması etkili oluyor. İzleyici aynı durumu dizilerden de talep ediyor. Bir dizi tek bir aşkla, tek bir trajediyle başlayıp bitemiyor. Ardı ardına aşklar, cinayetler, ölümler vs. vs. olmalı ki içimizdeki açlık bastırılabilsin. Türk dizilerinin de bu durumun farkında olduğunu başarılı olan dizilerde aynı erkek karakterin ailenin tüm kızlarıyla ilişki yaşaması gibi durumlarla karşılaştığımızda anlıyoruz.
Bu noktada soluklanıp dizimize, “Once Upon A Time”a geçebiliriz. Aklınıza gelebilecek tüm masal kahramanlarını bir diziye toplayın ve bunlardan hem günümüzde hem de masal diyarlarında geçen bir senaryo yaratın deselerdi ancak böyle bir iş çıkabilirdi. Her şeyden önce dizinin senaryosu neredeyse kusursuz… Birbiriyle hiç bağlanamayacak karakterler, mesela Frankenstein ile Pamuk Prenses aynı sahnede yer alabiliyor. Siz izleyici olarak bu neden burada demiyorsunuz. O yüzden dizinin senaryosunu sinema okullarında ders olarak okutabilirsiniz. Oyunculuklar, görsellik, reji, efektler vb. açısından eleştirilebilir dizi ama senaryo inanılmaz… Senaryonun hatırına iki sezondur izliyorum. İzlerken aklımda hep iyi senaryodan kötü film olabilir ama kötü senaryodan iyi film olmaz sözü dolaşıp duruyor.
Dizinin, yukarıda sözünü ettiğimiz Disney, Marvel ve Mattel gibi şirketlerin kahramanlardan ortaya karışık yaparak kazandıkları başarıyı örnek alması, Lost gibi bir dizide (o da kalabalık kahraman kadrosu fikrine dayanmaktaydı) çalışma tecrübesine sahip Adam Horowitz ile Edward Kitsis’in fikri olarak doğması hiç de tesadüf değil…
Peri masallarının yazarı Perrault’un dediği gibi “her tür masalda esas olan, derstir…” Dizi boyunca her bölüm yeni bir kahramanı yeni bir masal diyarını öyküye başarılı bir biçimde eklerken aynı zamanda size kıssadan hissesini de vermeyi ihmal etmiyor.
Örneğin kırmızı başlıklı kızın garson olarak göründüğü dizide sıra onun masalına geldiğinde kurt kadın kimliği nedeniyle ötekileştirilmesini ve bir avuç kişi tarafından farklı olmasına rağmen onu dışlayan topluma karşı savunulmasını ve toplumun onu farklılıklarıyla kabul edişini, izleyerek, ötekine karşı hoşgörülü olun dersini dizinin o bölümü bittiğinde kavramış oluyoruz.
Dizinin ilk sezonu aslında kim olduklarını bilmeyen kasaba halkının kimliklerini kazanmaları ve onları tekrardan tanımamız ekseninde dönerken sezon sihrin dönüşüyle bitmişti. İkinci sezon ise daha fazla kötülükle ve kötülerle mücadele ekseninde geçti. Artık 3. sezonda Neverland ve Peter Pan da diziye dahil oluyor.
ABD’de ABC’de yayınlanan dizi bu sezonu ratinglerde Drama dalında (18-49 yaş arasında) 3. sırada tamamladı. Türk izleyici Dizimax’ten bu yapımı takip edebilir.
Dizide özellikle Regina rolüyle karşımıza çıkan Lana Parrilla’nın başarılı oyunculuğuna, Robert Carlyle’ın Rumpelstilskin / Mr. Gold rolü de eklendiğinde kötüler cephesinde oldukça başarılı bir oyunculuk hakim olduğunu söyleyebiliriz. İyiler safında yer alan Emma Swan karakterine hayat veren Jennifer Morrison ile Pamuk Prenses namı diğer Mary Margaret rolündeki Ginnifer Goodwin ise kötüler cephesi kadar başarılı değiller.
Adam Horowitz ve Edward Kitsis’den oluşan dizinin yaratıcı ekibi bu sorunu karakterlerdeki git-geller ile dengelemeyi başarıyorlar. Ayrıca dizinin iki farklı ana mekanda geçmesi izleyicinin sıkılmasının da önünde bir engel… Bunu daha sonra değineceğimiz (bir başka yazıda) Arrow’da da görüyoruz. Birbirine paralel iki hikaye iki farklı mekanda işleniyor. Böylece dizinin tıkanmasının da önüne geçilmiş olunuyor. Aynı durumu Lost deneyimi de bize yaşatmıştı. Flashback yoluyla her bölümde bir kişinin geçmişine dönmek yoluyla her seferinde yeni bir öykü tadını izleyiciye sunmak… Sorun bunun nasıl biteceğinde… Umarız bu açıdan Lost’a benzemez dizi…
Bildiğimiz tüm masalları bir arada eşsiz bir senaryo içinde izlemek isteyen herkesi “Once Upon A Time” adlı diziye bekliyoruz… Bu arada Horowitz cephesinden “Once Upon A Time Wonderland” adlı yeni bir dizinin gelmekte olduğunu da söyleyelim.
Todorov’un Pierre Mabille’nin Olağanüstünün Aynası adlı yapıtından yaptığı alıntı şu ana dek söylediklerimizin adeta bir özeti olarak okunabilir:
“Anlatıların, masal ve efsanelerin okuyucuda uyandırdığı tüm heyecanın, hoşluk ve merak duygusunun ötesinde, oyalama, unutturma, hoşa giden ya da korku uyandıran duyumsayışlar uyandırmanın ötesinde, olağanüstü yolculuğun gerçek amacı evrensel gerçekliğin bir biçimde keşfedilmesidir; ve biz bunu artık anlıyoruz.”
Dünya insanı bir cenderede sıkıştırırken fantastik olana ihtiyacımız her zamankinden daha fazla… Kendimizi yaşadığımız dünyanın dışına ancak zihnen taşıyabileceğimizin farkındayız. Bir atın sırtına atlayıp yaşadığımız kasabadan çıktığımızda çok değil birkaç kilometre ötedeki bir kasabaya gittiğimizde bile her şey değişirken, şimdi binlerce kilometre öteye gitsek bile yaşadıklarımız bugün için aynı şeylerin tekrarından ibaret. Dün bu yolculuklardan Don Kişot gibi öyküler çıkarken şimdi kıtaları da değiştirseniz yaşayacaklarınızdan çıkacak bir hikaye dahi yok ortada… Evet dünya büyük bir köy artık ve kimsenin heyecanlanabileceği başka bir yer yok zihnimizdeki evrenden başka…
Sartre’ın dediği gibi; “Bir tek fantastik nesne vardır, o da insandır. Yalnızca bir yanıyla dünyaya angaje olmuş, dinlerle ya da spritüalizmle uğraşan insan değil, bütünselliğiyle, doğallığıyla, toplumsallığıyla insan, bir cenaze geçerken tabuta selam veren, kilisede diz çöken, bayrak töreninde uygun adım yürüyen insan.”
YARARLANILAN METİNLER;
• Yeni Bir Sayfa; Italo Calvino, YKY,
• Fantastik, Tzvetan Todorov, Metis