Bir Seri Katilin İtirafları: The Confession

haber

İki karakter. Tek mekan. İyilikle kötülüğün, inançla inançsızlığın, sevgi ile nefretin çarpıştığı, insanlığın, insan olmanın, gücün, erdemin, dünyanın, iki yüzlülüğün ve hatta Tanrının sorgulandığı bir dizi “The Confession”.

İtirafçı soruyor: “İçinde, en karanlık noktanda sakladığın en iğrenç günahın nedir? Söyle. Eğer söylemezsen bu gece bir adamın ölümüne sebep olacaksın”. İyilik timsali Peder söylemek zorunda kalıyor: “Bir zamanlar evliydim. Karımla çocuğuma çok kötü şeyler yaptım. Onları dövdüm. Tanrı beni bağışlasın. Öfke doluydum. Çok öfkeliydim. Ama kendimi bunu hak ettiklerine inandırmıştım. Her içtiğim şişede daha fazla hak ediyorlardı. İçim bomboştu ve kendimi iyi hissetmenin tek yolu başkalarına acı çektirmekti. Kendimden başka kimseyi düşünmüyordum. Eşim öldüğü zaman oğlumu terk ettim. Bir gün evden öylece çıkıp bir daha da dönmedim. Bu yüzden bana seni anlamadığımı söyleme. Ben de senin gibiydim. Kimseyi öldürmemiş olabilirim ama zarar verdim. Bir canavar olmanın ne demek olduğunu biliyorum. Başkasının hayatını mahvetmenin ne demek olduğunu biliyorum. Bana hiçbir zararı dokunmamış sekiz yaşındaki bir çocuğa dehşet yaşatmanın ne demek olduğunu biliyorum. Şimdi kendime bakıp nasıl öyle biri olduğumu merak ediyorum.”

“Her iyinin içinde bir kötü, her kötünün içinde de bir iyi; her dişinin içinde bir erkek, her erkeğin içinde bir dişi; her saldırının içinde bir savunma, her savunmanın içinde bir saldırı vardır” der Yin ile Yang felsefesi. Hiç kimse yüzde yüz iyi veya yüzde yüz kötü değildir. Bir beden içinde iki zıt kutbu da barındırır. “The Confession” bu felsefe üzerine temellendirilmiş, söyleyecek sözleri, sorgulayacak konuları, cevaplandıracak soruları olan bir mini dizi.

Yukarıya eklediğim diyalogda iyilik timsali olması beklenen Peder’in ne denli rezil bir adam olduğu ortaya çıkıyor. Aynı şekilde dizinin diğer diyaloglarında da “iş icabı” istenen herkesi katletmekte hiçbir beis görmeyen bir adamın bile içinde iyiliğin olabileceği söyleniyor. Her diyalogu zekice yazılmış, tartışmalarda iyinin galip geldiğini sandığımız anda kötünün taşı gediğine koyduğu, kötünün kibirle söylendiği noktada iyinin cevabı yapıştırdığı, adeta konuşmanın bir satranç hamlelerine büründüğü, sürpriz sonu ile şaşırtan sağlam bir dizi.

“The Confession” 2011 yılında yazılıp çekildi. Her bölümü sadece beş dakikadan oluşmakta. Toplam on bölümden oluşuyor. Dizinin başrollerini Kiefer Sutherland ile John Hurt paylaşıyor. İki oyuncu da oldukça iyi performans sergiliyor. Dizide flashbacklere de yer veriliyor ama dizi çoğunlukla kilisede, günah çıkartma kabininde geçiyor. Bir seri katilin günah çıkartma kabinine girip günahlarını itiraf etmesi anlatılıyor dizide. Bir süre sonra ise işler değişiyor ve bu kez peder itiraflarına başlıyor. İki karakteri oynayan Sutherland ile Hurt’ün performansları, leziz diyalogları ve doğru yerlerde giren flashbackler sayesinde dizi hiç sıkmıyor, dinamizmini yitirmiyor. Asıl başarısı ise sadece beş dakikada çok ama çok şey anlatabilmesi. Yüzlerce dizinin dört-beş sezonda anlatamadıklarını sadece beşer dakikalık on bölümde anlatmayı başarması dizinin en dikkat çekici tarafı. İlerleyen yıllarda bu tür dizilerin, yani her bölümü sadece beş-on dakikadan oluşan dizilerin sayısı artarsa bu biraz da “The Confession” sayesinde olacaktır.

Dizi hiç mi klişe barındırmıyor peki? Tabi ki barındırıyor. “İntikam soğuk yenen bir yemektir” klişe sözünü akla getiriyor itirafçı karakteriyle. Ardından “babasından ilgi ve şefkat görmek yerine dayak yemiş bir çocuğun seri katil olması”, hemen ardından “ruhban sınıfının yozlaşmışlığı” (peder olamayacak bir adamın peder olması), “Tanrı burayı çoktan terk etti” gibisinden diyaloglar gibi klişeler geçit yapıyorlar. Ama bu klişeler öyle sağlam biraraya getirilmişler ki göze hiç batmıyorlar. Dizinin kalitesini azaltmıyorlar.

Yazıyı iki karakter arasında “güç” üzerine şekillenen aşağıdaki diyaloglarla sona erdirelim:

-Yaptığını söylediğin…Her şeyi yaptığından şüphem yok. Ama hoşuna gitse de gitmese de o silahın ve sert görünüşünün altında neler gördüğümü sana söyleyeceğim. Bir gün babasının silahını bulup okula götüren küçük bir çocuk görüyorum. İnsanları korkutarak dikkat çekebileceğini fark etmiş birini görüyorum. O silah sana kendini güçlü hissettiriyor, değil mi? İnsanları seni görmeye zorluyor. Söylesene, tek çocuk muydun sen? İhmal edilmiş bir çocuk muydun? Hep bir yerlere ait olma arzusuyla büyüyüp hiçbir yere uyum sağlayamadın mı? O tetiği ilk çektiğinde çok heyecanlanmış olmalısın. O anda sana karşı yapılan tüm istenmeyen davranışları geri püskürtmüşsündür. Ama bu artık yetmiyor, değil mi? Bunu paylaşmak istiyorsun. Birine gücünü göstermek istiyorsun. Bu gece yapacağın şeye engel olmaya çalışıp seni durdurmamı istemiyorsun. Duramazsın. Durmazsın. Çünkü bunu yaparsan yine önemsiz biri olacağını düşünüyorsun.

-Söyleyecek lafı olan sadece sen değilsin Peder. Benim de söyleyeceklerim var. Tanrı’dan bahsederken gözlerinin nasıl boş baktığı gibi. İnancına ne oldu? Ya da hiç inandın mı? İstediğin hayat bu muydu? Üçüncü sınıf bir kilisede ikinci sınıf bir rahip olmak. Eminim cemaatindeki insanlar seni çok güçlü görüyorlardır. Ama ben, artık inanmadığı bir amaca adanmış hayatı savunmaya çalışan zayıf birini görüyorum. Ama neden kaldığını biliyorum. O cüppe sana güç veriyor. O olmazsa, sesi çıkmayan sıradan bir adam olursun. O nane şekeri ve kolonyanın, ucuz viski ve sigara kokusunu gizlediğini zanneden yalnız bir adam olursun. Neden kaldığını kendin söylesene Peder. Seni rahip olup artık inanmadığın bir haneye sığınmaya zorlayacak ne günah işledin?
Tagged