Eskişehir Uluslararası Film Festivali Devam Ediyor

haber izlenim

Film gösterimleri, film ekipleriyle söyleşiler, alanının uzman isimlerinin verdiği paneller… Her sene olduğu gibi bu yıl da sinemaseverlere yoğun bir program sunan Eskişehir Uluslararası Film Festivali’nin sonlarına yaklaştık. Dünya festivallerinde ses getiren 2018 yılı filmlerinin yanı sıra yerli sinemanın merakla beklenen yapımlarını da içeren programın öne çıkan birkaç filmine kısa kısa yer vermekte fayda var.

Cannes’ın en çok yıldız toplayan filmlerinden Burning, Güney Kore’li genç bir yazar adayının etrafında gelişen olayları ve karakterleri anlatıyor. Başından sonuna dek gösterişsiz ama oldukça tekinsiz bir gizem yaratan film, yaklaşık 3 saatlik süresine rağmen ölçülü gerilimini ayakta tutuyor ve büyüleyici bazı sahneleriyle de yer yer gerçeküstücülüğe yakın bir anlatım sergiliyor. Seyirci, genç yazar adayının karmaşık zihninin peşine takılıp sağa sola savrulurken, aslında henüz yazılmakta olan bir romanın sayfalarında tekinsiz bir seyahate çıkıyor ve gün batımında kayboluyor. Lee Chang-dong’un 8 yıl aradan sonra çektiği ve bu yılın en iyi filmlerinden biri olan Burning, tam anlamıyla kavranması için bir kereden fazla izlenmesi gereken özel bir film.

Cannes’da Altın Palmiye’yi alan Japon filmi The Shoplifters, Burning’e göre çok daha güvenli kıyılarda dolaşan bir film ama o kıyılardaki sıcaklığı seyirciye başarıyla aksettirmesi vesilesiyle övgüyü hak eden de bir film aynı zamanda. Başlarda büründüğü tavır ile yeşilçam trajedisi ve yerli dizi melankolisi arası gidip gelecekmiş gibi duran film, ilerleyen dakikalarda farklı bir yola saparak aslında ne denli nitelikli bir hikayeye sahip olduğunu kanıtlıyor. Sürprizlerini açık etmekte acele etmeden, doğru zamanda doğru dönemeçlerle aile ve sevgi üzerine sil baştan sorular sordurtuyor seyirciye. Kimi eleştirmenler tarafından Altın Palmiye için yeterli bir film olarak görülmeyen The Shoplifters’ın Cannes’daki sıralaması belki tartışılabilir ama sinemada yakalanması zor bir sıcaklıkla seyirciyi içine çektiği ise bir gerçek.

Danimarka’nın bu yılki Oscar adayı olan The Guilty, adından da anlaşılacağı üzere suç ve suçluluk üzerine bir tek mekan filmi. Polis merkezine gelen acil aramalarına cevap veren polis memuru Asger’in, gelen bir aramanın ardından trajik bir olayın ortasında kalmasıyla birlikte kendisiyle yüzleşmesine tanık oluyoruz. Hem hali hazırda içinde bulunduğumuz olayın gerilimi hem de Asger’in yakın geçmişiyle alakalı ortaya çıkan gerçeklerin yarattığı merak unsuru, The Guilty’yi soluksuz izlenen bir film haline getiriyor. Filmin, bu yılki Oscar yarışında pek fazla şansı olmasa da, haklarının ABD’li stüdyolar tarafından satın alınıp yeniden çevrilmesi çok büyük sürpriz olmayacaktır.

Gomorra ile İtalyan suç dünyasına sert bir dalış yapan ve adeta Omerta kanunlarını alt üst eden Matteo Garrone, bu defa sıradan bir adamın küçük dünyasına dahil ediyor bizleri. İtalyan usulü bir zorbalık hikayesi üzerinden masumiyetin evrensel bilindiklerini sorgulayan Dogman, bu dünyada iyiliklerin cezasız kalmadığını ve masumiyetin aslında bir yanılsama olduğunu ileri süren karamsar bir film. Yarattığı karakterlerle empati kurdurtan ancak onlara sempati duymamıza müsaade etmeyen Garrone, başrole yerleştirdiği Marcello Fonte’den de harikulade bir performans alıyor.

1993 doğumlu Burak Çevik’in yazıp yönettiği deneysel film Tuzdan Kaide, festivalin belki de en zorlayıcı filmiydi desek yanlış olmaz herhalde. Klasik anlatım tarzını reddederek her biri farklı birer video art eserini andıran bölümlerden oluşan film; seyircinin, bu bölümlerden bütüne yansıyan bir anlam çıkarmasına pek de yardımcı olmuyor. Bardağın dolu tarafından bakıp yerli sinemada çok fazla rastlamadığımız bu cesur ve farklı anlatım tarzını bir miktar takdir edebiliriz belki ama yazılar akmaya başladığında filmin 71 dakikalık süresine şükredenlerin sayısı hiç de az olmayacaktır. Atmosfer yaratma konusundaki yeteneğini göz ardı edemeyeceğimiz genç yönetmen Çevik’in, bir sonraki projelerinde, seyirciyi filme nispeten biraz daha fazla dahil eden hikayeler ve anlatım yolları seçmesi dileğiyle.

Yunan Tekinsiz Dalgası ya da diğer adıyla Yunan Yeni Dalgası şeklinde isimlendirilen akımın izinden giden Pity, klasik bir melodram tadında başlasa da aslında hastalıklı bir hikaye anlatıyor. Hikayenin başrolündeki enteresan karakterin yaşadığı trajedi üzerinden bir acınma bağımlısı haline gelmesini izlediğimiz filmin oldukça rahatsız edici bir mizahı tonu var. Öyle ki, seyircinin bile gülmeye çekindiği bir mizah bu. Pity, başlarda kurduğu ağır matem havasını bir kara komediye dönüştürerek seyirciyi gafil avlıyor. Bağımlılığın, her gün yeni bir çeşidini duyduğumuz bu dünyada, insanların kendisine acımasına bağımlı olan bir karakterin, çevresinde yaratacağı trajedilerden ayrı düşünülemeyeceği gibi; acınma üzerine şekillenen bir bağımlılığın da mizahtan ayrı düşünülmesi olmaz ki yönetmen Makridis de bu bağlantıları çok iyi kullanıyor.

Eskişehir’de Çekilen Altın Lale Ödüllü Borç Filmi, Eskişehir Seyircisiyle Buluştu

Bu yıl, iyiliği ve masumiyeti sorgulayan tek sinemacı Garrone değildi. İlk uzun metrajlı filmini yazan ve yöneten Vuslat Saraçoğlu, iyilik timsali olan baş karakteri Tufan’ı bir dizi sınavdan geçirirken hikayenin özüne de uyumlu olarak sade bir anlatımı tercih etmiş ve klişe bir ifade kullanacak olursak eğer; tertemiz bir film çekmiş. Vuslat Saraçoğlu’nun işleyen senaryosu ve yarattığı başkarakter Tufan, filmin en güçlü kozları. Ortalama bir çekirdek ailenin karşılaştığı kötülükler üzerinden iyilik kavramını sorgulayan film, Türk toplumunun genel fotoğrafını da fon olarak kullanıyor. Hikayenin evrensel meselesinin yerel motiflerle uyum içerisinde anlatılmasına ek olarak başta Serdar Orçin olmak üzere tüm kadronun başarılı ve gerçekçi oyunculuğu da hikayeye eşlik edince ortaya yılın en iyi yerli filmlerinden biri çıkmış. Küçük ama güçlü hikayelerin, yalın ama etkili anlatım dilinin sinemanın gerçek ve saf gücünü yansıttığına inananların kaçırmaması gereken bir film Borç.
Filmin gösteriminden sonra film ekibiyle yapılan söyleşi esnasında seyircinin sorularını yanıtlayan Saraçoğlu, filmin yazım sürecine, iyilik konusunu anlamaya çalışarak ve bu konuda kendisine sorular sorarak başladığını söyledi. Toplumumuzdaki iyi insan algısının çok nostaljik bir çerçeve içerisinde değerlendirildiğini belirten Saraçoğlu, iyilik ve kötülük kavramlarının tek boyutlu olarak ele alınamayacağını, bu nitelikleri barındıran insanların belli durumlarla karşılaştığında nasıl sınandıklarının ve bu sınamalar karşısındaki tepkilerinin gözlemlenmesinin önemini sözlerine ekledi. Yönetmen Vuslat Saraçoğlu, filmde dar mekanlar kullanarak boğucu bir atmosfer yakalamak istediğini, bunun hikayeye doğru bir şekilde hizmet ettiğini, filmin kavramsal arka planını oluştururken de Terry Eagleton’ın “Kötülük Üzerine Bir Deneme” kitabından yararlandığını söyleyerek sözlerini tamamladı. Borç filminin prodüksiyon sürecinin yükünü en çok çekenlerden biri olan yardımcı yapımcı Mete Özkurt ise, süreçle ilgili kendisine soru yönelten seyirciye film işine hiç girmemesini tavsiye ederek ülkemizde film yapmanın ne denli zor bir iş olduğunu bir kez daha hatırlattı.

Festivalin Son 2 Gününde Neler İzlemeli?

Festivalin büyük çoğunluğu geride kalsa da son 2 günde yine özel filmler seyirciyi bekliyor. Bunların en dikkat çekeni ise Suspiria. 1977 tarihli korku klasiği Suspiria’yı aynı isimle yeniden çeken Luca Guadagnino, eleştirmenleri ve seyirciyi ikiye böldü. Yılın en tartışmalı filmlerinden biri olan Suspiria, Festival’in klasikleşen “Gece Yarısı Sineması” bölümünde gösterilecek. Aynı bölümde gösterilecek bir diğer film ise Lars von Trier’in son deliliği olan The House That Jack Built.
Yerli sinemaya farklı bir soluk getiren Anons, Ingmar Bergman’ın The Seventh Seal ve Wild Strawberries filmlerinin çekim sürecine odaklanan belgesel Bergman: A Year in a Life ve eskimeyen Milos Forman klasiği Amadeus da programın dikkat çeken diğer yapımları.

Tagged