İnsanlık, kafasını kaldırıp yukarı baktığından beri “Acaba o kadar yıldız içinde bizim gibi yemek yiyen, yürüyen, yüzen, savaşan, sevişen, yaşayan birileri yok mudur?” diye düşünüp duruyor. “Is There Anybody Out There?” sadece bir Pink Floyd şarkısı değil, herkesin gece yıldızlı gökyüzüne baktığında kafamızdan geçen bir soru…
Henüz bir uzaylı ile tanışıklığımız bulunmadığı için de hayal kurup duruyoruz. Neye benziyorlar, hangi teknolojilere sahipler, barış için mi, yoksa yok etmek için mi gelecekler? Gerçekten antenleri var mı? Kocaman siyah gözleri bulunuyor mu? Acaba aşağıda yarattığımız vahşeti görüp bizden korktukları için mi dünyaya inmiyorlar?
Yazarların, sinemacıların, popüler kültürün aygıtlarının uzaylı tasvirleri içinde bulunulan zamanın koşullarına göre değişiyor. Uzaylılar her zaman Close Encounters of the Third Kind’daki gibi müziksever ve dost canlısı olmuyor. Uzaydan inip hepimizi öldürmeye and içmiş şekilde davranan, en başta dost gibi görünüp, sonra arkamızdan iş çeviren uzaylı tipi her zaman iş yaptı. Örneğin soğuk savaş yıllarında iki kutuplu dünyanın yarattığı yabancılaşma “casus” uzaylıların yaratılmasına, terör saldırılarıyla kan gölüne dönen günümüz dünyasında ise daha fazla patlamaya, daha fazla toplu ölümle gelen uzaylılar görüyoruz.
Bilimsel olarak, buralara kadar gelmelerini sağlayan teknolojilere sahip uzaylıları yenebilme ihtimalimiz yok. Ama “bekara karı boşamak kolay”, hazır buralarda yoklarken evrenin bütün canlılarını dümdüz ettiğimiz, dünyayı ineni gelip geleceğine pişman ettiğimiz binlerce filmle tatmin oluyoruz.
Tatmin olurken, uzaylıların hep aynı şekilde saldırması izleyiciye zevk vermiyor tabi. Her uzaylının ayrı bir yoğurt yiyişi var. Popüler kültür uzaylıları üstümüze 1000 farklı şekilde saldı. Bu konudaki yapımları uzaylıların niyetleri ve bu niyetlerini gösterme teknikleri üzerine bir sınıflandıralım ve bunun üstünden küçük çıkarımlar yapalım dedik.
Kafadan Yok Etmeye Gelenler:
Daha merhaba demeden robotları, bizden çok gelişmiş silahlarıyla üstümüze saldıranlar. Otostopçunun Galaksi Rehberi’ndeki Vogon’ları örnek alanlar. Bu tip filmler bir sabah uyandığımızda uzaylıları tepemizde görmemizle başlıyor. Şaşkınlığımız geçmeden saldırı başlıyor. Dünyanın belli başlı önemli yapılarını teker teker yok edilirken izliyoruz. Genelde sadece ABD’ye odaklanıyor bu tip filmler ve dünyanın geri kalanına ne olduğu ile ilgili pek fikrimiz olmuyor. Piramitleri, Eiffel’i görüyoruz o kadar.
Bu tip uzaylıları ilk edebiyata taşıyan H.G. Wells değildi ama en iyi resmeden War of The Worlds’le kendisi oldu. Tek bir uyarı yapmadan, insanlarla iletişim kurmaya ihtiyaç duymayan, belli ki bizi evrende fazla yer kapladığımız ve biraz gürültücü olduğumuz için haşarat olarak gören uzaylı tasviri her zaman iş yaptı. Orson Welles’in ABD’yi birbirine katan radyo yayınında da kendini gösteren paranoyalar sadece uzaylılara karşı değil tabi ki… Biraz zorlarsak altında yabancı-mülteci düşmanlığı ve hatta küçük ırkçı bir damara bile rastlayabiliriz.
Bu tip eserlerin yüzde 99’u uzaylıları bir şekilde dünyadan kovmamızla sonuçlanıyor. Hemen hepsi buraya kadar gelecek teknolojilere sahip oluyorlar ama küçücük bir ayrıntı nedeniyle yeniliyor ve milyonlarca ışık yılını boşu boşuna gelmiş oluyorlar. Dünya bizim evimiz ve gerekirse Independence Day’de olduğu gibi ABD başkanı bile savaş uçağına atlayıp evini savunmaktan çekinmez!
Yok Etmeye Gelirken Eğlenenler:
Bu kategoriyi ilk olarak Mars Attacks’ten bahsetmek için açtığımızı itiraf ediyoruz. Tim Burton’ın filmi hem türün tüm örnekleriyle dalgasını geçiyor, hem de ortaya hiç de yabana atılmayacak uzaylılar çıkartıyor. Jack Nicholson’ın ABD Başkanı olduğu hepimizin hayallerini süsleyebilecek ütopik dünya, şakacı uzaylılar tarafından kısa sürede yerle bir ediliyor. “Hepimizi yok edecekse, böyle espri anlayışı olan uzaylılar yok etsin” dedirtiyor.
2001 tarihli Ivan Reitman’ın Evolution’ında da evrimini burada tamamlayan hınzır uzaylılar da var. Michael Jordan, zamanın en ünlü NBA yıldızları ve Looney Tunes karakterlerinin yer aldığı Space Jam da bir istila filmi sayılabilir. O filmde de olay, yok edilen şehirlerle değil, bir basketbol maçıyla çözülüyordu. (Dünyayı kurtardığınız için, bir kez daha teşekkürler majesteleri)
Mesaj Kaygılı İstilacılar:
“Dünyanın içine ettiniz, böyle giderse uzaya çıkıp evrensel harmoniyi bozacaksınız.” diye gelen ama genelde çoluk-çocuk demeden ne varsa öldürmeye başlayıp tepki toplayan uzaylılardır. Genelde senarist ve yönetmenin normal bir film çekemeyip mesajlarını uzaylılar üzerinden verdiği filmlerde rastlanılır. “Biz o kadar söyledik anlamadınız çevreyi koru, birbirini öldürme diye, bak uzaylıları bile kızdırdınız” alt metniyle insanlığı uyarmayı amaçlar.
Bir yandan “Abi haklı yaratıklar, çekilecek tür değiliz” desek de yaşama isteğimiz ağır basar ve tüm eksikliklerimize rağmen insanlığı tutarken buluruz kendimizi. Barış mesajları ve uyarılarıyla gelen uzaylıları da geldiklerine pişman eder, öldürür, keser, gezegenlerine geri postalarız. Gelen evrensel mesajı da pek taktığımız söylenemez. The Day the Earth Stood Still’de Klaatu’nun her söylediğine imzamızı atarız ama “Gort da biraz fazla değil mi ya?” diye düşünürüz. Ya da The World’s End’in sonunda Gary King’in anlatmaya çalıştığı gibi… “Evren bizi niye olduğumuz gibi sevemiyor?”
Rambo Güvenine Sahip İstilacılar:
It Came From Outer Space, daha sonra Carpenter’ın Thing’ine evrilen The Thing From Another World, Predator gibi “Ben bunları tek başıma indiririm” diye acayip bir güvenle dünyaya gelen veya kazayla düşüp “Hazır gelmişken şunların kökünü kurutayım” diyen uzaylılar. Bu türde en iyi örnekleri veren isimlerden biri Ridley Scott. Her ne kadar Alien serisi uzay gemilerinde geçse de, “Umarım aşağı inmezler” diye tırstıracak kadar etkilidir. Bazen Alien vs.Predator gibi filmlerde burada da kapıştıkları oluyor. Transformers gibi belirli serilerde uzaydan tek başına değil ama ekip halinde gelen istilacılara “Dünya hala bir şansı hak ediyor” diyen başka uzaylılar karşı çıkabiliyor. Dünyayı pek çok kez evrenin en acımasız istilacılarından korayan kriptonlu Kal-El’e de “Tişikkirlir Sipirmin” demeyi ihmal etmeyelim.
Uzaylıların tek başına veya küçük ekipler halinde başladıkları yok etme harekatları genelde hüsranla sonuçlanıyor ama hikayeleri çok tutulduğu için ya tekrar, ya da devam filmleriyle dünyayı yok etmeye çalışıyorlar. Bu arada erkeklerin yüzde 90’ı Under The Skin’deki gibi yok edilmeye razıdır büyük bir ihtimalle…
İçimize Girip, Aramızı Bozmaya Çalışan Dış Mihrak İstilacılar:
Genelde en çok gerildiğimiz, film bitince mahalledeki bakkal amcaya, çamaşır asan teyzeye “Uzaylı mı acep?” diye paranoyak bakışlar atmamıza neden olan filmler. Genelde garip bir hareketleri, alışkanlıkları, mesela Visitors dizisinde olduğu gibi fareleri lüpletmeleri yakayı ele vermelerine neden oluyor. Bu tip uzaylıları tespit etmek ve dünyadan kovmak biraz zor oluyor. Invasion of the Body Snatchers’ta olduğu gibi arada azınlığa düşmüş halde bulabiliyorsunuz kendinizi. Gerçi bu uzaylılar bizim ülkemize inse dünyanın en garip davranışlara sahip milletinin arasına düştükleri için hemen belli ederlerdi kendilerini diye avunabiliriz.
John Carpenter’ın They Live’in de de medyayı kullanarak beyinlerimizi ele geçiren uzaylılara rastlamıştık ama onun şu andaki Türkiye’den pek farkı yok…
Gizemli İstilacılar:
Bazı yönetmenler uzaylıları hiç göstermeyip, sadece onların yarattığı korkuyu ve ruhsal dalgalanmaları perdeye taşıyarak gerilim yaratıyor. Film bütçesinden de tasarruf ediyorlar. Mel Gibson’ın film boyunca gözlerini kocaman açıp, alnını kırıştırarak kedi gibi baktığı The Sign bu türün ilk akla gelen yapımı… Cloverfield da yarattığı dehşeti başından sonuna görsek de dev yaratığın şeklini şemalini ancak filmin sonuna doğru gördüğümüz bir film oldu.
Anlam Veremiyoruz Ama Seviyoruz İstilacıları:
Tahmin edebileceğiniz gibi genel olarak Japon filmlerinin Uzaylı kahramanlarından oluşuyor bu istilacı türü… Dünyayı yok ederken, her yeri yakıp yıkarken, dünyanın kadınlarına da sahip olmaya çalışan The Mysterians’taki uzaylılar, ya da ingiliz Attack The Block’taki gibi Güney Londra’daki bir bölgeyi kafaya takıp istila etmeye çalışan uzaylılar gibi… Peter Jackson’ın Bad Taste’i her zaman hayretle ama severek izlediğimiz filmlerden biri oldu. Şekil itibariyle The Blob’u da anladığımızı pek söyleyemeyeceğiz, Steve McQueen’in o filmde ne aradığını da…