Ögretmen bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen Léon Augustin Lhermitte, çocukluğunu yaşadığı Paris’te yakaladığı fırsatları, üstün yeteneğiyle birleştirince, yükselmesi çok zor olmadı.
Sanat yaşamının ilk yıllarında Lecocq de Boisboudran’dan dersler alan Lhermitte, çizim hayatına şeker kutularını, hediye kataloglarını resimleyerek başladı. Yeteneklerini sık sık gittiği İngiltere’de de sergileyince, giderek zamanın en ünlü isimlerinden biri oldu. Société Nationale des Beaux-Arts’ın (Fransız Güzel Sanatlar Topluluğu) kurucu isimlerinden biri oldu. Daha sonra uzun süre ikinci başkanlığında bulundu.
Gerçekçi akımın farklı sanat yorumlarına izin vermediği bir dönemde, dışavurumculuk konusunda eserler vermeye çalışsa da genelde içinden geleni değil, birebir gördüğünü resmetmeye çalıştı. Ancak bu şaheserler yaratmasına engel olamadı. İlk günden itibaren doğada, pastoral bir yaşam sürdüren insanların resimlerini çizdi ve hayatının sonuna kadar hiç bırakmadı. Marne kıyısındaki yaşamı resmettiği ilk eserleri hemen olay oldu ve sanat çevrelerinde aranan bir isim oldu.
Guy de Maupassant, Emile Zola gibi ustaların çağdaşı olarak o da resimde sıradan insanları muhteşem eserlerin bir parçası yaptı. Dikkatli ve her küçük ayrıntıyı yakalayan gözüyle belki de ilk kez köylülere, emekçilere bu kadar önem verildi.
Fransız sanatçının ilham verdiği isimlerin başında ise tarihin en büyük ressamlarından Vincent van Gogh geliyor: “Le Monde Illustre her ay onun bir eserini yayınlardı. Merakla beklerdim. Her ay Lhermitte eserlerine kavuşmak bana büyük mutluluk verirdi. Yıllar boyunca onun çizdikleri kadar güzel resimler görmedim. Katıldığım yemeklerde her şeyden çok Lhermitte’ten bahsediyordum.