Luther: Tekrar Soruyorum, Niye Buradasın?

haber

2 heceli, akılda kalıcı bir isim bul. Tercihen kahramanın soyadı olsun söz konusu isim. Bu kahraman, meslektaşlarının saatlerce, günlerce kafa yorup çözemediği vakayı şıp diye aydınlığa kavuştursun (medikal veya polisiye). Jenerik müziğini Massive Attack yapsın. ‘Herkesin yalan söylediği’ ve ‘herkesin ölebildiği’ gerçeğinden yola çık. Aralara birkaç edebiyat göndermesi serpiştir. Sonra gelsin paralar, övgüler! Gelsin her bölümün bitiminde ekran karşısında birkaç dakika donup kalan TV izleyicileri… “Dizide başarıyı yakalamanın evrensel sırrı” olarak nitelenebilecek bu formül hep tutuyor. Ve bu formatı seviyoruz!

Bizi hüzünlerimizle baş başa bırakıp giden House M.D.’yi saymazsak, BBC’nin psikolojik suç draması Luther’dan bahsediyorum. 2 sezon geride kalmışken ve üçüncü sezonun çekimlerine başlandığı ilan edilmişken, Luther’ın muhasebesini yapma vakti geldi. Aşağıdaki satırlar, henüz tanımayanlara Luther’ı sevdirirse ne mutlu… (Bu arada ‘sezon’ algınız Amerikan dizilerininki gibi olmasın lütfen. İlk sezonu 6 ve ikincisi 4 bölüm olmak üzere elimizde topu topu 10 bölüm var. Üçüncü sezon da 4 bölüm olacak.)

“1988 senesinde 2 psikolog bir makale yazdı. ‘Kendini aldatma’nın (pozitif yönde yapıldığında) gayet normal olduğunu ve kişinin hayatını düzeltebilecek avantajlar getirdiğini söylediler. Görünüşe bakılırsa, insanlar 3 nedenden ötürü yalan söylüyorlardı: 1- Kendilerine makul sınırların da ötesinde pozitif bir açıdan baktıkları için; 2- Hayatları üzerindeki kontrol güçlerinin, gerçektekinden çok daha fazla olduğunu sandıkları için; 3- Şu an eldeki veriler ve kanıtlar öyle demese de, gelecekte her şeyin çok güzel olacağına inandıkları için… Ama sen bunların ötesine geçtin. Boy aynasının önündesin ve kendine yalan söylemenin artık bir faydası olmayacak. Şimdi tekrar soruyorum. Neden buradasın?”

Bu son paragrafı ben demiyorum. Alice Morgan diyor. Alice Morgan, dizinin gizli kahramanı. Bu tür şiir gibi, ‘sayko’ replikleri dizi boyunca ondan sık sık duyabilirsiniz. Alice Morgan o kadar ön plana çıktı ki, ‘Alice Morgan merkezli’ bir mini dizi de gündemde… Bu projenin BBC toplantılarında ciddi ciddi konuşulduğu, geçtiğimiz günlerde basına yansıdı.

Asıl yıldıza, John Luther’a gelince: Kendisi bir detektif… DCI yani ‘detective chief inspector’ dedikleri cinsten. BBC polisiyelerine meraklıysanız, Waking the Dead’deki “Detective Superintendent Peter Boyd” vardı. Onun biraz daha ‘atarlısını’ düşünün. ‘Arıza polis Luther’ karakteri, sinemadan bir muadil vermek gerekirse Tightrope’taki Clint Eastwood’a da hayli yakın…

Luther’ın iç dünyasına inersek, özünde kırılgan bir ruhu var. İşinin bir yan etkisi olan sorunlar çok sevdiği karısı Zoe’yle arasını açınca, adam agresifleşmeye başlıyor. Luther’ın gelgitleri, çalışma arkadaşlarını da kaygılandırıyor. Ama hafiyelikteki isabet yüzdesi o kadar yüksek ki, tüm deliliklerine rağmen ona güveniyorlar.

The Wire’ın eski starı Idris Elba, John Luther rolü için biçilmiş kaftan! Kim daha iyi canlandırırdı diye düşünüyorum, gerçekten aklıma başka isim gelmiyor. Luther gerçeğe o kadar yakın ki, ekmek alırken bakkala telaşla dalıp adres sorsa şaşırmam. Luther suçluların peşinde, aksiyon dolu bir gece geçirdiğinde terliyor, kokuyor, sakalları uzuyor. Saçı bile bozulmayan, makyajı akmayan ‘kusursuz’ karakterlerin dünyasında Luther’ı bizim Luther yapan da bu samimiyetin ta kendisi…

MI-5’ın da yaratıcısı Neil Cross, bize bu müstesna diziyi armağan eden şahıs. Böyle klasik ve artık sıkıcı denebilecek bir konuyu (Çok zeki ama duygusal yönden kafası karışık bir polis, en amansız suçluları birer birer avlamakta, onlarla adeta kedi-fare oyunu oynamaktadır. Ama farelerinden biriyle aralarında bir ‘durum’ gelişir. İkisi arasındaki hikâye arka planda sürüp giderken, bir yandan da her bölümde bir gizemi çözeriz.) bu kadar heyecan verici hale getirmesine bravo!

Bir bravo da, başta yönetmenler Sam Miller (6 bölüm), Brian Kirk ve Stefan Schwartz’a (ikişer bölüm) olmak üzere çekim ekibine… Özellikle Londra mimarisini kullanım açısından… İlgili bir alanda çalışsaydım, “Luther’daki Londra” üzerine tez (ya da en azından bir makale) yazardım. Mimarlık okuyan Bakınız okuru! Kim böyle bir tavsiye verir? Ayaküstü tez konunu bulduk! Daha ne duruyorsun?

Luther’ın genç ‘ortağı’ DS Justin Ripley rolündeki Warren Brown’ın ve Zoe’nin yeni erkek arkadaşı Mark North’u oynayan Paul McGann’in de sessiz ama derinden performanslarıyla dikkat çektiklerini de ilave edip bitireyim. Zira diziyi anlatmaya çalışırken ‘spoiler’ vermekten çekiniyorum.

Başta ‘Doktor House’la benzerliklerinden bahsetmiştim. Aslında John Luther’ın, çektiği bu acılardan gizli bir zevk aldığı söylenemez. Greg House’tan ayrıldığı noktalardan biri bu. İngiliz dedektifimiz John, bu baş belası vakaları ‘çarnaçar’ üstleniyor. Gizemli olayları, çözmekten başka çaresi kalmadığı için çözüyor. Ve Idris Elba, ancak Mario Balotelli’de görebildiğimiz “Why always me?” ifadesini Luther karakterinin yüzüne öyle güzel yansıtıyor ki, o kadar olur! “Tüm bunlardan uzakta stressiz bir hayat sürmeyi, evden işe işten eve gitmeyi, izin günümde çayımı yudumlayıp Independent’ımı okumayı nasıl da isterdim.” mesajını vermeyi başarıyor.

Velhasıl, Luther iyidir hocam! Orada 10 saatlik hazine yatıyor. Beni çoğu bölümde birkaç kez kalp krizinin eşiğine kadar sıkıştırıp tam doğru zamanda geri bıraktı! Şahsen her bölümün sonunda bir süre ‘mavi ekran’ verip kalakaldım. Ve şu anda 10 bölümü de çok iyi hatırlıyorum. Popüler kültürün üstümüze üstümüze geldiği, her şeyi anında unutturduğu günümüzde bu bence önemli bir özellik… Tabii şunu da belirtmek lazım: İkinci sezonun sonu itibariyle ‘havada kalan’ bazı hususlar var. Dizi final yaptığında bunlar bir yere bağlanmazsa iki açıklaması olacak: Ya bugünlerde çok revaç bulan ‘transmedya hikâyecilik’ yoluyla başka mecralarda açıklayacaklar (ki ‘gelenekçi’ İngilizlerin böyle bir şeye girişeceğini tahmin etmiyorum ama filmi yapılabilir); ya da – bunu söylemek istemezdim ama – senaristler bizi ‘yiyorlar’! Her neyse, cevapları ancak üçüncü sezonu izleyince öğrenebileceğiz.

Tagged